Thursday 30 April 2009

Poyedim v Otpusk

Moskova'ya da bahar gelir

Mayıs, Yılbaşı ile beraber Ruslar'ın en favori tatil mevsimi. Hem 1 Mayıs bayram, hem de 9 Mayıs. Böylece çoğunluk Mayıs'ın ilk 10 günü izin kullanıyor ve Moskova yine bize kalıyor.
Ofisler boş kaldı haanım

Monday 27 April 2009

Büyük Felaket

Bizim evin hemen arkasında bir Ermeni mezarlığı var. Moskova'daki tek veya en büyük Ermeni mezarlığı.

Her sene 24 Nisan'da bir ordu Ermeni kardeşimiz bayraklarla pankartlarla bu mezarlığa dolup '1915 olaylarını' anıyorlar. (E şimdi tabi DGM'lik olmamak için kullandığımız kelimelere dikkat etmeli di mi?) Bu kardeşlerimiz artık içerde Türk bayrakları mı yakıyorlar, Tayyip kuklaları mı bilmiyorum, biz tercihan pek bulaşmıyoruz. Gerçi ben şahsen özürdiledim.com ama gel bunu bu kardeşlerimize anlat.

Sema ilk sene futbol taraftarları sanmıştı bu bayrak sallayarak evin önünden geçen kara gözlü kara kaşlı insan topluluğunu. Bir kere de bar tuvaletinde mahsur kalmıştı Ermeni taşnaklar kapıyı tutunca, yeri gelmişken onu da not edeyim.

Rear Window

Üst katta tuhaf işler dönüyor hanım,
Çelik on ikinci dalgadan kaçarken bizim komşulara sığındı galiba, burdan suç duyuruyorum; biliyosunuz Çelik’e yataklığın cezası büyük.
Iki gün iki gecedir gözüpek komşuda cümbüşün sonu yok.
Çelik çalıyor, komşu eşlikte gerek. Dün akşam saatlerinde dayanamayıp evden çıktım, bugün akşam geldim cover’lara yeni geçmişler. Bir ara onuncu yıl marşını da tıngırdattılar. Benim kafamdaysa Büyük Usta’dan “Allahım Neydi Günahım?” repeat’te. Egemen Özkan evi günahlarının bi kısmı yazılmış olmasın yarebbim?
Sustular mı sanki?

Önümüzdeki hafta Bonnie Prince Billy Babaylon’da konsere geliyor. Ben buna çok seviniyorum. Olanca sakalıyla sakin sakin söyleyecek, ağlayacak. Gelebilen gelsin (Nasıl geleyin), öğrenci 15, mezun 25.

Sunday 26 April 2009

35

Doğumgünü partisi polisin beni karakola götürmesiyle bitti.

Müziği bağırtmışız biraz (her haysiyetli partide olacağı üzere), millet evine gitmek üzere dağılırken kapıya dayandı militsia. Biri uzun, biri kısa iki tip. Makineli tüfek boyunlarında. Yarım saat dil döküldü, yok illa karakola geleceksin diyorlar. Belli dertleri para tırtıklamak ama benin tepem attı, hem müziği kapamışız, parti bitmiş insanlar gidiyor, zaten doğumgünüm, hiç tahammül edemedim.

Bir tanesi aldı beni karakola kadar gittik, tam kapıda telefon çaldı. Geride kalana vermişler bir miktar para, geri döndük. Kapıda elimi sıktılar ayrılırken. Efenim? Böyle bir polis vukuatım eksikti, o da oldu. Hayırlı olsun.

Yolun yarısını da devirdik bu esnada.

Saturday 25 April 2009

Sanki Her Tarafta Var Bir Düğün

Şen kahkahalı sinirli dev adam, sevgili koray gencel'in önerisi üzerine 'nasil geleyim'e müdahilim. Sabahın kör vaktinde postumu dedim bekliyorum(olsa da kodum).
Dünün gündemi 23 nisan çocuk bayramına değinmek niyetindeyim. Bu sene neden bilmem daha bir şenlikli gibiydi çocuk bayramı. Bir süredir 'bana hergün' olduğundan tatil kısmını anlamam mümkün olmadıysa da işlerine bir günlük ara veren arkadaşlar taze gelinler gibiydi. 22 nisan gecesi eğlencenin dozunda tatil ruhu kolgeziyordu. şimdi aranızda kesin özleyenleriniz vardır, dün gece Ankara'nın ünlü simaları ile Cihangir'de yeni bir içkili ortamda denk gelme fırsatı bulduk. Gizem'inden Mercan'ına, Boran'ından Melkur'una bir sürü ank, toplaşmış alkol duvarına meydan okuyorlardı.. Ben baktım özlenicek bi durum yok.

Türk Televizyasi ve Bayram (ansızın gelen başlık):

Dün Jack Bauer hep dünyayı kurtardı (kimbilir kaçıncı kez):
Kiefer Sutherland ikinci sezondan sonra prodüktör olmuş, artık sırtı yere gelmez (züğürtün çenesi)- izlediğimden diil.


















Küçükler Makamlara Yerleşti:
Cumhurbaşkanı bir günlüğüne Büşra Kılıç oldu. İlk kadın cumhurbaşkanımız Sayın Kılıç, çikolata fiyatlarını düşürmek (özel günler?) başta kendi okulunun fen laboratuarını yenilemek gibi akla yakın bir ekonomik paket sundu. Abdullah, Sayin Kılıç'la senli benli konuştu. Başbakan Ecem Gülce Uçar ise, kriz teğet geçti, kemerleri sıkalım gibi yepyeni önerilerle eski başbakanı aratmadı.












TRT Kutlamaları:
İnanılacak şey değil ama çocuklar bu sene renkli kartonlardan Türkbayrağı, Atatürk portresi falan yaptılar. Ortalıkta tayt ve/veya füzo giymekten hoşnutsuz oğlan çocukları, ponpon kız olmaktan gururlu kız çocukları dolanıyordu.





Bu da gecmis bir 23 Nisan'dan kalma "en uzun bayrak bizim bayrak" isimli bir calisma


Bir de bi ara zapik sırasında çocukların popstar gibi takıldığı bi prooramda (TDK) turkish pavarotti'nin yanında italyan bi tenorcu velet "la donna e mobile" söylüyolardı. Pavarotti’nin sahne çalmaya çalışması tüylerimi ürpertti.

Sonuç başlığı (hala olmadıysanız parantes manyağı olun diye açtığım lüzumsuz parantes):
Siz siz olun 23 nisan'da hangoverinizi elinizde kumandayla kutlamaya kalkmayın.

Şimdi soruyorum:
Şu televizyonu camdan atmamam için bana bir tek sebep gösterebilir misiniz? (içimden bir ses sorunun cevabının Umut'ta olduğunu söylüyor)

Wednesday 22 April 2009

Yaratıcı Rus Parkları 4

Köşeleri değerlendirelim kaldırım kime gerek parkı


Kim Tutar

Müjdeler olsun şengel vizesini aldık. 10 senelik Amerika vizem var (daha gitmedim), Avrupalılar kalış süresi için vize vermeye devam ediyor. 15 günlük vizemizi aldık. Ama dalga geçer gibi çok girişli vermişler. Girer girer çıkarız.

Artık bu gezi için heyecanlanabiliriz.

Tuesday 21 April 2009

Taşındık


Buyrun bu da balkondan manzara.

Nadya Komenaçi ve ben

Fantastik ve spektaküler bir motor kazası yaşadım. Korkacak birşey yok fakat olay biraz komik anlatmak istedim. Şimdi efendim ben genellikle güzel havalarda motorla çıkıyorum. Motor dediğime bakmayın benimkisi bir scooter. Neyse işte iki hafta önce ofise doğru giderken aniden hava karardı ve yağmur ciselemeye başladı. Bu çiseleme işi oldukça komik esasen çünkü burada hava kararıyor, rüzgarlar hatta fırtınalar kopuyor ama sonra üç damla bişi yağıyor o da zorla. Neyse işte yağmaz yağmaz o gün yağdı anlayacağınız. 
Asfalt denen bu madde de yağmur yağınca çok kaygan oluyor diye aman dikkat edeyim de fren yaparken kafayı gözü yarmayayım dedim kendi kendime. Ben böyle düşünürken efendim, karşıdan gelen ve U*dönüş yapması yasak olup da buna rağmen hemen önümde bahsi geçen dönüşü yapan araba böyle düşünmüyormuş. Bunu arabaya doğru hızla giderken aklımdan şöyle bir geçirdim. Sonra tabi hayatın enteresan ikilemlerine verdim kendimi. Ya adama bodoslama arkadan girecektim yada aynaya bile bakmadan sağa kırıp adamın yanından geçip gidecektim. Arkadaşım neden durmadın diye anlamsız bir soru sormayın lütfen. Cevabı bu paragrafın ilk cümlesinde gizli. Neyse işte ben ikinci opsiyonu seçtim ve esasen var olduğunu bile bilmediğim üçüncü  ve daha kötü bir olasılığın içinde buldum kendimi. Ön teker, yağışta, asfalttan bile daha kaygan bir madde olan tramvay demirlerinin yuvasında kaymaya başladı. Merak edenleriniz olabilir tramvay demiri diye yeni bir madde keşfedildi burada. 
Böyle olunca ön teker kaymaya başladı ve motor altımdan kaçtı gitti. Ya da ben motoru bırakıp kendimi yere attım, bilmiyorum ve hatırlamıyorum. 

Motor kendi etrafında dönerek ve kıvılcımlar saçarak karşı yönden gelmekte olan tramvaya doğru kaymaya başladı. Ben ise kendimi takladan taklaya verdim. Kaç takla attım bilmiyorum, bildiğim iki kere kafamı yere çarptığım, en ufak bişi hissetmediğim ve kask denen aletin ne denli önemli olduğudur. Bu arada takla atarken vücudumu da korumak için ellerimi ve bacaklarımı kontrol etmeye çalıştım. Demirli kaslarım ve çevik vücudum sayesinde çok başarılı bir şekilde, hehe, yerde attığım taklnın momentumu sayesinde birden ayağa kalktım ve tam ayağa kaltığım anda iki tane yaşlı kadınla göz göze gelip onlara selam vererek motoru tramvayın önünden çekmeye koştum. Neden bunu yaptım bilmiyorum. Adrenalinden hiçbir şey hissetmiyordum yada şoktaydım. 

Günün özeti olarak şunu söyleyebilirim, üstümdeki montun sağ kolu eridi, sağ dizime sıcaktan kotun parçaları işledi ve hala şu anda yaranın içindeler.
Ucuz atlattım galiba. Bugun ancak bir daha binebildim motora ve hemen servise götürdüm. Dizim kaşınıyor sürekli. Bu olayı Kendor a anlattığımda Nadya Komenaçi gibi takladan taklaya vermişsin kendini dedi ve çok güldük. Umarım hep güleriz. Balyüz motora binmemi yasakladı ona üzülüyorum. O da üzülme diyo.

Durum raporu

35 yaş partisi için gerisayım başladı. Alışveriş yapıldı, playlist oluşturuldu. Cumartesiyi bekliyoruz.


İtalyanlar'dan pasaportlarımızı bugün geri alıyoruz. Umarım vizeyle beraber.


Moskova'da tipi vardı bu sabah. Beyaz bir Moskova'ya uyandık ve bir süre de tipi şeklinde devam etti kar. Arabanın kar lastiklerini değiştirmek için çok uygun bir gün seçmemişim. Velakin, 1 Mayıs'tan itibaren çivili kar lastiği kullanmak ceza sebebi.

Saturday 18 April 2009

Yaratıcı Rus Parkları 3

Ben su katılmamış bir hıyarım parkı

Friday 17 April 2009

Şen gel

Vize işlerinden nefret ediyorum. Terörist, mülteci veyahut serseri muamelesi görmekten hiç mi hiç hazzetmiyorum. Ama ne var ki Türk pasaportu taşıyan gezginin hayatının kaçınılmaz gerçeği.

Amerikalısı, Avrupalısı bir yere gitmek istediğinde atlıyor uçağa gidiyor. Türksen efendim aylar önceden biletini alacaksın, kalacağın yeri belirleyeceksin, oradan da yer ayırtacaksın, üstüne de mali bilgini bokunu püsürünü bir fasikül evrağı elçiliğe teslim edeceksin. Bayağı bir plan program gerektiren, spontanlığa mahal bırakmayan bir olay.

Neyse efendim, biz ayıptır söylemesi Haziran'da bir İtalya yapalım diye niyetlenmiş idik. İki gün evvel de vize başvurumuzu yaptık, ondan bu ilenme durumu. Geçen sene bir zamanlama sorunu yaşayıp bileti falan iade etmek zorunda kalmıştık malum. Bu inek İtalyanların vize işlerini taşere ettiği Rus şirketi bize altı hafta sonraya başvuru tarihi vermişti, bizim uçuşa beş hafta kala. O şirketi değiştirmişler. Randevumuzu zamanlı alıp, evraklarımızla gittik. Sonuç haftaya belli olacak. Fingers crossed.

Adamlar vize ödemesi adam başı 60 avro diye internete falan her yere yazmışlar. Nitekim gittik kasaya "Ne kadar ödiycez?" "İki kişi 120 avro, ödemeyi hangi para birimi ile yapacaksınız?" "Avro" Bunun üzerine hesap makinası ile çık çık işlem. "124.5 avro rica edeyim" "Efenim?" "124.5 avro ödeyeceksiniz." Yahu her yere yazmışsın 60 avro diye, ben avro ile ödemeye kalkınca niye rubleden çevrip 62.25 avro alıyorsun, bu nasıl turşu? demedim, paşa paşa ödedik parayı.

Bir de koca yerde (belki 150 kişi çalışıyor) İngilizce konuşan bir tane eleman buldular güç bela, onun da İngilizcesi bizim Rusça kadar. Bizim evrakları incelerken garibanın perçemleri terden alnına yapıştı. Rezervasyon tarihlerinde benim orda farkettiğim bir hatayı da farketmedi - teyid sırasında otellerden biri Haziran yerine Mayıs yazmış. Doldurduğumuz, Avrupa ülkelerinin yarısının internet sitesinde yer alan İngilizce başvuru formunu da kabul etmediler. Orda AYNI formun Rusça/İtalyanca olanına İngilizce olarak geçirdik bilgilerimizi.

Vize işlerinden nefret ediyorum.

Monday 13 April 2009

Lynch

Moskova'da bir galeride David Lynch'in 1960'lar ile 2000 bilmem kaç arası eskizleri, resimleri, fotoğrafları, kısa filmleri, kısaca bütünsel bir sanatsal portresini sunan bir sergi açılmış idi. Cumartesi günü gittik gördük. Zaten çok rahatsız bir kişi olduğunu bilirdik ama böylece kalan şüphelerimiz de giderilmiş oldu.

En doğru tespit Sema'dan geldi: "İyi ki kendini sanata vermiş de katil falan olmamış."

Ben kendi adıma en çok ufak tefek çiziktirmelerinin toplandığı bölümü beğendim. Yıllar yılı restoran peçetelerine, senaryo sayfalarına, set memolarına, otel kağıtlarına, uçak kusmuk torbalarına, kibrit kutularına falan yaptığı karalamaları toplamış. Çok acayip desenler vardı. Pek beğendim.

Bulunduğunuz şehre gelirse gidin görün derim.

Sunday 12 April 2009

Kötü kızlar

Bizim için bir ara çalışmış tercüman kızlardan biri Fransa'ya gitmişmiş okumaya. Geçende de bizim diğer tercümanlara mail atmış. Bunu okumakta olan yaşlıca tercüman hanım, "A, bizim kızın Türk komşusu varmış, buna da bir iki cümle Türkçe öğretmiş. İki cümle yazmış buraya, okuyayım sana" dedi.

Başladı okumaya: "Ben o-ros-pu ol-dum. Ben si-kil-dim."

Hahahahah. Ya lütfen ben gideyim Parislere, Türk kültürünü Dünyaya yayan bu kardeşimizin alnından öpeyim de geleyim. Ha bu arada komşu Türk de kız. Sanırım. Ve umarım.

Şehir merkezinde ufak bir haftasonu gezintisi

Melbourne ün içinde neredeyse yüzlerce irili ufaklı alışveriş merkezleri var. Genellikle benim hoşlanmadığım bu gibi yerlerden bir tanesi gerek tarihi gerekse mimarisi yüzünden sevgimi kazanmış durumda. Ben de sizle bunu paylaşmak istedim. 
Bu fotosunu gördüğünüz bina bir Shot Tower. 1890 senesinde bitirilmiş. Amaç saçma üretmek. Hani şu silahlar için olan. Neyse 1973 de bayağı yıpranan binayı yenilemişler ve üzerini 85 metrelik camdan bir kubbe ile örtmüşler. Bu kubbe ile örtme işlemi bana sorarsanız bu binanın bulunduğu değerli arazinin alışveriş merkezine çevrilebilmesi için verilmiş bir rüşvet. Bu binanın altında da 4 katlı bir alışveriş merkezi var ve her kat bu gördüğünüz atrium a ( bu atrium u doğru mu kullandım bilemiyorum) bir şekilde açılıyor. Yani illa alışverişe gideceksem buraya gelirim diyor size biraz da teknik bilgiler vermek istiyorum.
Shot tower da üretilen saçmanın çapı, kulenin boyu ile doğru orantılı. Bunu açıklayabilmem için size prosedürü anlatayım hemen. Kulenin en üstünde kurşun eritilir. Bu eriyik belirli bir çapı olan delikli bir süzgeçten süzülerek serbest düşüşe başlar. Yolculuk, içinde soğuk su olan bir kapta sonlanır. Sonuç: süzgecin deliklerinden ancak geçebilecek büyüklükte saçmalar. Eğer battal boy bir kanguru öldürmek için daha büyük bir saçmaya ihtiyacınız varsa, size daha uzun bir kule yapmanızı öneririm yoksa havadan düşen saçmanın donmak için gerekli süresi olmaz.

Burası da Melbourne City Town Hall. Bu binayı da 1851 de yapmaya başlamışlar. Ama içinde bulunduğumuz eyalet olan Victoria da altın çıktığı haberi ile başlayan göç ve arbede de binayı unutup gitmişler. Ancak 1870 lerde şanlı bir balo ile açılabilmiş. Bence çok güzel bir bina ve belediye hala içinde işlev görüyor. Temel taşlarını daha dayanıklı taşlarla da değiştirmeyi ihmal etmemişler. Şehirle ilgili birçok organizasyonun kalbi, duyurulduğu yer ve hatta komedi festivalininde kısmi evsahipliğini yapan bu binaya 10 üzerinden 9 veriyorum. 

Eveet geldik tren istasyonuna. 1854 de tamamlanmış bu tren istasyonu şehrin tarihi sembollerinden bir tanesi haline gelmiş durumda. Bir kere girdim içine. Madem sembol 10 kere gir derler adama. Yok illa motorla gitcem gideceğim yere. Bu arada bir sonraki yazımı tamamen spektaküler motor kazama ayıracağım. Endişeye gerek yok bana bişi olmadi. Motorum ama, hasar gördü bayağı. Neyse konuyu dağıtmayalım. I will meet you under the clocks, Melbourne lülerin bir zamanlar çok kullndığı bir kelime imiş ve bu istasyonun resimde görülen ana girişindeki saatin önünde buluşalım anlamında kullanılırmış.
Şimdi tabi öyle under the clock falan yok. 
Ben seviyorum bu binayı. Zaten sevmesem niye koyayım buraya. Sarı bir rengi var ve şehir için çok önemli üç unsurun kesiştiği noktada yer alıyor: Yarra nehri, Federation meydanı ve St Paul katedrali. Bence şehri bir arada tutan kilit bir yapı hem mimari hem de sosyal açıdan.

Bu da bahsi geçen St Paul katedrali. Hakettiği ilgiyi hem turistlerden hem de sokakta yaşayanlardan görüyor. Sanki bir tek Melbourne lüler ilgi göstermiyor gibi havası bende bu binanın. Kolonileşme sırasında İngiliz Anglikan kilisesine en güzel yerler verilmiş. Bu da güzel bir örnek. Bence de şehrin en güzel yerlerinden birinde bulunan bu kilise 1835 lerde falan çok daha küçük çapta başka bir bina ile hizmet veriyormuş fakat sonra Melbourne ün büyümesiyle beraber 1885 lerde şu an gördüğümüz bina inşa edilmeye başlanmış. Daha sonra inşa edilen Federasyon meydanı biraz da olsa ihtişamından alıp götürmüş ama hala yerli yerinde duran bu bina bana hep ne kadar allahsız olduğumu hatırlatacak.

Kısaca 150 yıllık bir şehirde yaşıyoruz işte. Modern binalar ve modern yerlere daha sonra değineceğim. Ama bir sonraki yazımı nadya komenaçi hareketleriyle (Kendor un tavsiri) süslediğim motor kazasına ayıracağım. 

Friday 3 April 2009

Yaratıcı Rus Parkları 2

Eah oldu işte parkı

En çok rastlanan park şekli olup kabul edilebileceği üzere aslında pek de yaratıcı değil