Tuesday 26 May 2009

Hırsız Var!

Arabanın cant kapakları iki senede ikinci kez çalındı. Bu kez insaflı hırsız(lar) ön ızagarayı bırakmışlar da geçen seferki gibi ful Mad Max modeli gezmeyeceğiz.

Bundan alınacak dersler:
bir. Moskova'da çelik cant tercih sebebi.
iki. Kontrollü otoparkı olan bir konut seçeneği değerlendirilmeye gayret edilmeli. Park sorunu ile birleşince bu madde çok elzem hale geliyor ama Moskova'da bizim alışık olduğumuz siteler genelde lüks ve pahalı kabul edildiğinden uygununu bulmak biraz şans işi.

Wednesday 20 May 2009

Ben Olsam

Ben olsam bu blogu takip etmezdim.

Bir kere haftada bir girdi oluyor. Devamlılık yok. Sonra çok şizofren, herkes ayrı telden çalıyor. O esasen kötü bir şey değil ama ilk bakışta yazarın kim olduğu belli olmadığı için afallatıyor. Ben bile ilk girdilerden birini çok uzun süre başkasının sandım. Rusya'daki araba parklarını Koray'ın koyduğunu sananlar var. Sanırım tüm girdilerin Koray'ın olduğunu sananlar var.

Ama öte yandan güldürürken düşündürüyoruz. Bir nevi Levent Kırca misyonu. Arada bir bakmaya değebiliriz. Bizden vazgeçmeyin sevgili okur!

Tuesday 19 May 2009

Kaç kişiyiz?

Together we stand, divided we fall...
Biz bu blogu çok severek oluşturduk. Ama insan bir noktada kaç kişinin bu bloğu takip ettiğini merak ediyor. Geçen gün eski yazıların altındaki comment lere bakıyordum, bir iki tane kimden geldiğini bilmediğim anonymous comment gördüm. Meraklandım. Bloğun sağına soluna da böyle renkli yok followers mış yok efendim believers mış falan gibi şeyler koyulmasına da karşı olduğumuzu (toptan) sanıyorum. O yüzden şu sorumu mazur görün lütfen, kaç kişi okuyor bu deli saçması şeyi. Comment bırakırsanız sevinirim(z). Sağdan saymaya da başlayabilirsiniz. Benim tahminim bu arada 4. Yanı yazarlardan birkaçı da takip etmiyor bu blogu. Bak sen eşşeklere...

Sunday 17 May 2009

Spor, Spor için midir?

Farkettiniz mi bilmiyorum ama bloga uzun zamandır yazı yazmıyordum. 
Neden yazmıyorsun Mert, niye bizi yazılarına hasret bırakıyorsun dediginizi duyar gibiyim.  
Ama duymuyorum yani; kimse arayıp da mert yazsana suraya, cok özledik, yazılarını okumadan gözümüze uyku girmiyor demedi. İçinizden geçirip, dillendirmediğinizi düşünüyorum.  Herneyse, uzun zamandır yazmayışımın nedeni de benzer bir hikaye.  
Bir ay önce ya da daha evvel, Avustralya'da kriz süreciyle ilgili bir yazı yazdım ve bloga koydum. Yazıyı yazmaya 9cıvarı baslayıp gece 3te bitirmiş, sonucunda güzel, ancak güzel oldugu kadar da küstah bir yazı çıkartmıştım.  Hakkaten çok sert olduguna karar verip sabah 7 civarı kalkmış kahvemi yudumlarken, yazıyı blogdan geri çıkardım.  Sanki yazı New York Times'ta yayınlanacakmış gibi bir sorumluluk duygusu, efendim bir takım hayatı ciddiye almalar, ne biliyim bir otokontrol mekanizmaları nereden çıktı bilmiyorum ama o yazıyı çıkardıktan sonra kendi kendimi sansürleyip suçu bloga atmış olmalıyım ki, hayranlarımı uzun zamandır 
bekletmemin ayıbını örtmeye yeni karar verdim.  

Şimdi bu anlamsız ve gereksiz girizgahtan sonra, sizinle paylaşmak istedigim konu Avustralya'da spor yapan kişiler, spor salonları vs. aslında geyik yani. Avustralya vs. Türkiye de alt başlık.  
Spor konusundaki hassasiyetimi, eski yazılarımı takip edenler bilir. Küçük bir çocukken başlayan spor macerama 3 yıl önce, aşırı fit olmak, kas gelişimimi kontrol edemez hale gelmek gibi nedenlerden ötürü bir ara vermiştim.  O arayı bitirme kararını Avustralya'da almış olmak, anavatan ve bu memleket arasındaki spor salonu kültürünü karşılaştırma fırsatı verdi bana.  Bu karşılaştırmayı yaparken de ham vücut-fit vücut, sigara içen-içmeyen disiplinli-disiplinsiz arasındaki farkları da görmüş oldum, iyi de oldu.   
Şimdi ben 7 yaşında TSYD yüzme klubünde yüzmeye başladım ve disiplinli bir şekilde 8 yıl yüzdüm.  Oyle ki, yüz Mert derlerdi Kuruçeşme'den atlar, Silivri'den çıkardım. Ardından baktım deniz kirli, bu haraketlerimi ciddiye alan da yok, e futbola da aşırı bir kabiliyetim var; yani 15 yaşında küçük bir Ruiz Hierro, bir küçük Frank Rejkard, bir minik Van Breukelen, bir genc Zubizzareta karışımı bir insanım.  Kısa boyuma karşın fantastik bir kaleci, çelimsiz vücuduma rağmen, çevik bir defans oyuncusuyum.  Zamanın efsanevi altyapı hocası Serpil Hamdi Tüzün, rakibi hatırlamadığım bir maç öncesi, Mert dedi seni 5 sene sonra nerede göreceğimi ben bile düşünemiyorum. O derece yani! başka bir gezegenden falan bahsediyoruz. Sonra devre arasında, "Mert kaç orta yaptın ilk devrede saydın mı? Sıfır!!" diye bağırarak beni karmaşık düşünceler itmiş olsa da futbola olan sevgim hiç bitmeyecekti. Eh dedim o zaman, verdim kendimi futbola. Belli bir süre sonra, gençlik, şöhret, para, barlar, discolar, sigaralar derken aktif spor yaşamı sona erdi.  
İstanbul'da aktif spor yaşamı sona erenler ve hayatında adam gibi spor yapmamıs adamlar genellikle güzel spor salonlarına para verip gitmeme kararı alırlar.  Neyse, bu tipler 1 yıl üye olup 4 kere giderler.  Ya da kafaya bir karşı cins takılır, elde edilene ya da apışıp kalınana kadar devam edilir. O da 10 ziyareti geçmez, geçmemeli.  Herneyse, bu spor salonlarının maliyeti de spor salonuna ortak olmak istesen aynı paraya eşit olur genelde.  Bu spor salonları sabah 6'da boşu boşuna açılır, çünkü sabah gittiğinde salonda bir temizlikçiler bir de sen olursun. Spor salonunda çalan hafif müzik, boş fitness aletlerinin arasında yankılanır, duşlar temiz ve boş, havuz durgun ve sessiz, buhar odası buharsız ve çirkindir.  Akşam iş çıkışı saatlerinde ise, gece klubüne mi geldik lan 
detirten bir müzik, spinning hocasının haey, hop, hueyt gibi naraları arasında durdugu yerde pedal çeviren nike kataloğundan fırlamış insanlar, ecobar'da utanmasa meyve kokteyline votka ekletmek isteyecek, belden 70 derece bükük, bara yaslanılmış, yüzde hafif bir gülümsemeyle yavşama pozunun sözlük anlamıyım modunda saçma sapan insanlar, ve aletlerde gereksiz ter kokulu kuyruklarla karşılaşılır.  Adam gibi spor yapanlar da yok değildir ama onda bir diyelim, hadi onda iki olsun.  
iki hafta evvel, eski günlerime geri dönmek, Oscar De La Hoya ile aramdaki küçük farkı kapatmak üzere, evimin iki adım ötesindeki Fitness First isimli spor salonuna nasılmış diye bakmaya gittim.  Fitness First, bir spor salonu zinciri ve tüm Avustralya da 40-45 civarı salonu olmakla birlikte, dünyanın pek çok farklı ülkesinde de şubeleri bulunuyormuş.  Adamlar bana premium üyelik teklif ettiler, ben de dedim nedir premium? dünyanın bütün fitness firstlerine sınırsız gidebilrsin dedi adam. Hah dedim tam aradığım şey, çünkü syahate çıkıyorum, dur bir toplantıdan önce spor yapiyim diyorum, iniyorum otelin spor salonuna, bakıyorum tırmanma duvarı yok, ne biliyim tredmill benim hızıma yetişemiyor falan, çok hoşuma gitti bu teklif o yüzden.  Dur dedim evden bond çantayı getiriyim öyle konuşalım demeye kalmadı, ayda 40 dolar demesin mi, gel dedim seni bir öpeyim gözlerinden. Bastım imzayı, 3 saatlik de personal trainer bagladılar bana.  Tamam dedim, haydi bakalım.  Personal trainerım Jack geldi, bana bir testler, sorular falan.  Ardından hedefler koyuldu ve ilk antreman salı günü saat 6'da.  Tamam dedim, tenha da olur rahat rahat çalışırım. Salı sabah 6'da salondayım, fakat bir terslik var. 
Sabah 6'da salon aksamkinden daha kalabalık.  Arabayı park edecek yer yok, dolapların hepsi dolu, aletler full, sanırsın Çarşambadan itibaren Avustralya'da spor yapmak yasak.  Neyse adamla çalışmaya başladık, 15. dakikada ölümden döndüm.  Baş dönmeleri mi dersin, ciğerlerimin infilak etmesi mi dersin, dedim hocam iki dakka izin ver dinleneyim, ne izni dedi adam, dedim yıllık izin anasını satiyim, tiratlona hazırlanmıyorum ben dedim.  Şöyle bir oturdum etrafıma baktım; millet spora aşık, disiplinli, kendi kendilerine limitlerini zorluyorlar, sadece yaptıkları şeyle ilgileniyorlar ve en şaşırdığım şey spor salonunda ayna yok.  Helal lan dedim. 
Avustralya'da insanlar saglıklı yaşam ve sporu bir hayat tarzı haline getirmişler.  İstanbul'da Nike iki ay milyon dolarlık kampanya yapıp HumanRace'e 10.000 kişi toplarken, Melbourne'de 
geçen hafta Göğüs Kanseri Vakfı için 30.000 kişi koştu, eventin tek anonsu da adamların internet sitesinden.  Sabahları, bisikletle kilometrelerce pedal çevirip sonra işe gidiyor insanlar. Şehrin heryeri park, parkur, saha ve kortlarla dolu.  Spor salonlarına değil, kendilerine ve sağlıklarına yatırım yağpan insanlarla dolu şehir.  Tabii ki, bir başka yazımda yerin dibine sokacağım tiplerle de dolu ama en azından onlar da gerçekten spor tutkunu, kendine bakan insanların ortamlarını bulandırmıyorlar.

İki haftanın sonunda, sigarayı azalttım, adam gibi spora gidiyorum.  İnsan kendini iyi hissediyor. Amaç spor, sağlık, bir takım güzellikler, toz pembelikler, yeşil Getoradeler, mavi Poweradeler diyebilirim şu anda.  
Şimdi bu yazıyı da yazdım, yine bir acayip hissettim kendimi.  Adam artislik yapmak için geliyosa spor salonuna bu beni niye geriyo ki? Ne isterse yapsın. Valla bilmiyorum. Hayatta bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.  Socrates da bunu söylemese onun da farkında olmayacağım, lanet olsun.  

Friday 15 May 2009

Turkish Back


Bu Avustralya da Turkish Back denilen bişi var, deyim gibi birşey. Zamanında buraya yerleşmiş bir takım insanların ve ama özellikle Türklerin başvurduğu bir metod. Anlatayım biraz: Önce Avustralya ya yerleşilir. Göçmen olarak gelindiğinden ve zaten burada iş bulmak kolay olduğundan hemen bir iş bulunur ( temizlik, postacılık; taksicilik, amelelik vs ) Daha sonra bir şekilde bir kaza senaryosu yazılıp çizilir. Bir ortak ile beraber bu kaza gerçekleştirilir. Sonra da doktora gidilerek ben artık iş yapamıyorum, çalışırken belim sırtım inanılmaz acılar içerisinde diye yalanlar uydurulur (hence the name turkish back) ve iş yerinden çıkış alınır. Avustralya devleti olayı tamamıyla üstlenerek ömür boyu minimum maaşa bu kişiyi bağlar. Bu kişi daha sonra hayatında bir daha çalışmamak üzere ayda 800 dolara talim eder. 
Bu adamlardan birkaçı ile kayın peder balık avlarken tanışmış. Adı İbrahim olsun. Bizimkisi demiş ki İbrahim ayı gibi adamsın neden 800 dolara talim ediyorsun da çalışmıyorsun? İbrahim'de abi benim keyfim yerinde bozma demiş. Bizim temizlikçilerde kendi şirketlerini bu yardımı alabilmek için kurmayıp açıktan para kazanıyorlar. Bu ekstradan gelen para çok kıymetli bizim için.
Neyse işte tabi uyusturucu falan da cabası. Bu İbrahim tabi balık avlarken iskelede direk gömüyormuş sarma dolmaları. Babama da ikram etmiş. Hahahaha. Neyse işte geçen gün bizim kayınpeder iskeleye bir daha gitti balık avlamaya. İbrahim ortada yokmuş, telefon etmiş nerdesin gelmeyecek misin diye, yok abi demiş İbo, gelemem, param bitti (allowance diyorlar galiba) ay başını bekleyeceğim. 
Bu olayları esasen Yunanlılar çıkarmış burada. Ama sonra gözüpek Türkler öyle bir sömürmüş ki durumu, bu tür olaylara burada Turkish Back deniyor artık.
Tabi zaman içinde Avustralya hükümeti önlemler almış falan ama bu bizim Türkleri önleyemez burada bence. Her zaman bir yol bulup o beleş 800 dolarese ulaşmak için uğraşırlar burada.
Çok çalışkan Türkler de tanıdım. İlk geldiğinde 4 işte birden çalışan, gece gündüz demeyen, kendini çok sevdiren ve etrafına örnek olan. Şu anda da, sıfırdan kurduğu Melbourne ün 2. büyük matbaasına da, oğullarına devretmesine karşın, her sabah mutad herkesten önce gelen bu kişi bana bile ilham vermiştir bunalımlı zamanlarımda (two years ago, bitch). Ama genel olarak gördüğüm biz  çalışmayı sevmiyoruz. Ya da öyle demiyim de şunu söyliim: Beleşi seviyoruz. 

Monday 11 May 2009

Yaratıcı Rus Parkları 5

Enteresan bir şahsiyetim, hareketlerim açıklama gerektirmez parkı

Tuesday 5 May 2009

Moskova'dan Haberler

Ne kadar harika bir memlekette yaşadığımızı size biraz anlatabilmek için üç güncel, birbirinden süper haber:

1. Karısıyla kavga eden sarhoş polis komiseri 3 kişiyi öldürdü, 6'sını yaraladı

Bu arkadaş, doğumgünü partisinde karısyla tartıştıktan sonra Moskova'nın göbeğinde girdiği süpermarkette 9 kişiyi vurdu, bunların 3'ü öldü. Süpermarket kameralarının çektiği bütün olay boyunca herif feci soğukkanlı. Sarhoşluğuna rağmen iyi de nişancıymış.

2. Büyük bir bankanın adı açıklanmayan sahibinin 19 yaşındaki oğlu Ferrari'sini kırdı

Yine Moskova'nın göbeğinde bilmem kaç km sürat yapan zibidi, Ferrari'sini aha bu hale getirdi. Enteresan olan (iyi ki de) bu olayda ölen olmaması. Çocuk bile bu arabadan sağlam çıkmış. Nasılll?

3. Rus Neo-Naziler Adolf Hitler'in doğumgünü kutluyor

9 Mayıs'ta Nazi Almanyası'na karşı zaferin altmış bilmemkaçıncı yılını kutlayacak olan Rusya'da, Neo Naziler 5 Mayıs Adolf Hitler'in doğumgününü kutluyor. Yabancılara sokağa çıkmaması öneriliyor. Dün akşam bir Hintli'yi hastanelik etmişler.

Friday 1 May 2009

Istanbul not so very modern sometimes

Evden çıkmak bazen zor. bir sabah kapınızda ptt’den “buraya gel de sana Mucur’un Fransa’dan gönderdiği doğumgünü hediyeni vereyim artık’ taahhütlü mektubunu bulduğunda daha da zor olabiliyor. Başıma geleceklerden habersizdim. Ptt’ye girip üçüncü kata yollanacağımı bilmiyordum. Üçüncü kata arkadaki yük asansöründen çıkıp kendimi bir mutfakta bulacağımı kestiremezdim. Ben nafilelerde sekerken arabamın manita (insanın en büyük düşmanı) kuvvetlerince hunharca başka arabalara toslanacağı da aklımda yoktu. Hepsini öğrendim. Topkapıda’ki gümrüğün açık adresini, muhtarlıktan kağıt almam gerektiğini de öğrenmek zorunda kaldığım gibi (yine de aylavyu mucur)…
















İstanbul Modern’de sergi gezmelerine 1Mayıs’tan bir gün once biraz trafiğe kalmayı göze alarak gidebildim. Gölgeye Övgü sergisi etkileyiciydi. Bir takım adamların (çoğu tabii ki sizin oralardan umutcuğum) bundan yüzyıl once hangi kafalarda nasıl animasyonlar yaptığına, ne biçim karakterler tasarladığına falan iyice şaşırdım, güzel oldu. Çıkma anı geldiğinde karnım fena acıktığından hazır yakınken Karaköy’de balık yemek iyi bir fikirdi. Rus animasyon adamlarından alınan gazla (kimbilir neler içtiler de böyle coştular) rakı da akla yakınlaştı haliyle.


























Sanat, animasyon falan bir yana da eğer beni mutlu etmek istiyorsanız (istiyosunuz di mi?) hırdavatçılara götürün (inin o fildişi kulelerden). Testere, matkap, makara falan gösterin.
Su terazisi almama izin verin. Bunların hepsi yapıldı. Gün, Karaköy’de plastik bardaklar ve kağıda sarılmış rakı şişesinin, deniz çuprasının, çinekopun karşısında sona erdi. Gene gelecek ben.