Saturday 19 September 2009

Çeşitli Düşünceler

Uzun süredir yazmak istediğim birkaç konuyu, her biri bir paragraf olarak burada sizlerle paylaşmak istiyorum.

Alper Görmüş
Taraf gazetesi yazarı olarak tanıdığım bu gazeteci ve sanırım profesör (emin değilim bundan) benim Türkiye de medya ile ilgili kendi kendime yaşadığım bir dolu çelişkiye ışık tutmama sebep oldu. Bu yüzden de oldukça mutluyum. Taraf gazetesinin şu andaki Hürriyet çizgisinden oldukça uzakta, hatta zıt bir stratejilerinin olduğunu görmek ve okur sayılarının gittikçe arttığını bilmek beni mutlu ediyor. Tarihsel örneklerle eskiden gazete diye aldığımız kağıt parçalarının tüm hilelerini, çok medeni bir dille bize (en azından bana) anlatan ve bunu yaparken de uluslararası örnekler verebilecek kadar geniş bir bilgiye sahip olan Alper beye başarılarının devamını diler ikinci konumuz olan ev sosyolojisi üzerine bakınız Fatih Terim ne demiş onu sizlerle paylaşmak isterim.

Avustralya Çıldırdı
Dünyada kişi başına içki tüketiminin çok yüksek olduğu bir ada-kıta burası. Bunu zaten biliyorduk. Ama şunu bilmiyordum mesela, dünyada içkili saldırılarda (bar kavgası vesaire) yaralama olayının en fazla yaşandığı yer de burası. O yüzden galiba burada şöyle bir laf var. When we drink, we go back to our convict roots. Bence oldukça genellemeci ve ırkçı bir laf bu ama var. Onu bir paylaşayım dedim. Bu arada bu arabesk tavır da sadece doğuya ait değilmiş onu da gördüm. Miletin ağzını burnunu kır sonra binbir özür binbir tuhaflıklar, binbir ufalıp yokolmalar. Hadi lan...

Çoluk Çocuk
Bütün yakın dostlarım çoluk çocuk sahibi olmak üzereler. Hepsinin ismi Koray olucak tabi. Bu karışıklık yaratacaktır, o yüzden isteyen istediği ismi verebilir çocuğuna. Sadece ben çağırırken Koray diye çağırırım o ayrı.

Her Yer Reklam
Burada vahşi kapitalizm, dünyanın en vahşisinin çöküşünden bile sonra devam etmekte. Zaten bu ada falan gibi ekolojilerde-toplumlarda, özellikle birde uzaklarsa doğal bariyerlerden dolayı etki tepki olayları heterojen ekolojilere-toplumlara göre daha değişik oluyor (bkz Biology 101) Bu son krizin burada ekonomide yansımaları çok etkili olmadı. Böyle oluncada meslektaşlarım olan pazarlama müdürleri falan çıldırıp paraları saçtılar. Bu da tüketicilere mesela şöyle yansıdı- Telefon beklemelerinde reklam uygulaması, havaalanı park gişelerinin inip kalkan zımbırtılarınında reklam uygulaması, şehrin en işlek kavşaklarına 38 metreye 1234 metre boyutunda televizyon kalitesinde görüntü veren reklam uygulaması (burada beklerken özellikle uzak doğulular- ister yaya ister sürücü olsun- dönen reklam filmini seyrederken bekledikleri ışıkları kaçırıyorlar, bayağı kaptırıyorlar kendilerini yani, bunu japonya da da gözlemlemiştim)

Mind Control
Bu iş üzerine yüz sayfa yazabilirim. Kısaca şunu söylemek istiyorum- Avustralya da medya milleti uyutuyor ve bu vahşi serbest piyasa ideolojisini pompalıyor. Yani elinden doğru bilgi kaynakları alınmış pasif bir tüketici iseniz hayat problemsiz biçimde tüm dünyada buradaki gibi sürüyor ve yapmanız gereken tek şey bir sonraki tatil-alışveriş-araba-evinizi nasıl alırsınız onu planlamak. Problem de zaten bu kesimin yüzdesinin artmasıyla birlikte doğru haber ve bilgi kaynaklarının yüzdesinin düşmesi ve güya öneminin yitirilmesi. Bugün birine gidip buradaki lost generation la ilgili ne düşünüyorsun desem benimle dalga geçer. (Çünkü burada benden, yaşımdan halimden ve tavrımdan bu beklenmez. Daha hafif ve daha seksi konular ise içki ve aşırı hareketler ile birleşirse hemen arkadaş sayımın katlanmasına sebep olur. Aranan adam olurum. Sanırım o yüzden içmeye gitmiyorum burada.)İnsanlar daha az okuyorlar çünkü hareket etmeyen şeylere tahammül azalmış. Kitapçı dediğimiz yerler junk yığını halinde. Geçen gün Avustralyalı genç kadının biri bu Aborjinler bizden ne istiyor dedi. Haha. Yuh. Ben de reklam veren biriyim. Bunu yasal limitler içinde çok feci kullanabilirim. Olmayan birşeyi var edebilirim, yada olduğu gibi gösterebilirim. Ben dürüst olmanın yine de uzun vadede çok daha fazla işe yarayacağını düşünüyorum. Bu da, insanların içlerinde hala, oluşumunu tamamlamış değer yargılarının medyadan çok zor etkileneceği varsayımını taşıyor içinde. Umarım çok naif değilimdir.

Yılbaşı
Tek adres Valmeinier 1800. 26 Aralık - 2 Ocak. Sonra 2 hafta Türkiye.



Saturday 15 August 2009

ada vapuru


"bozcaada'nin diger adinin tenedos oldugunu yeni ogrendim, unutmaktan korkuyorum" diyen kadinin en cok nesine sinir oldum bilemedim. tiz sesine olabilir, bu sesine verdigi "yeni ogrendim ama bunu yeri geldiginde satmasini cok iyi bilecek bir bilinc düzeyindeyim" tonu olabilir ya da kot sortunun icine soktugu t-shirtünün üstünden bütün cigligi ile gözüme soktugu free-bag'i olabilir, ki yetkim olsa kullanimini yasaklayacagim 3 seyden biri olurdu free-bag'ler; askisiz elbiseler ve kemere takilan cep telefonu kiliflari ile birlikte.

bozcaada son zamanlardaki tatil gözdemiz ama dana’miz dogmadan da 1 kere gelmis ve kosarak kacmisligimizda yok degildir. ilk odamiz bir ciftlik organizasyonu icerisinde bize layik görülen bir cati kati idi; hem de diger normal odalarla ayni fiyata. bak bak bak. ertesi gün cikmistik odamizi degistiremeyeceklerini söylediklerinde. daha sonra limana (liman? düzeltiyorum iskeleye) yakin, ada icin lüx sayilabilecek bir otele gecmistik. ancak gecenin 2si miydi, 3ü müydü hatirlamiyorum, oteli su basma riskini de göze alarak insiyatifimi kullanmis ve deli gibi calisan su motorunu kapatmistim. otel lan orasi, yoksa gider bi vidanjörün yaninda uyurum...

bu basarisiz tecrübeden sonra tabii ki tekrar gidisim kralice'm sayesinde oldu. cunku o kafaya takmisti bir kere ve benim de bu ilahi karara karsi cikma sansim pek yoktu. iyi ki de yoktu. cunku son 2 senenin en guzel dinlenmelerini bozcaada'da yasiyoruz.

kahvaltidan sonra 10-11 gibi arabayla ayazma'ya akiyoruz, vahit'in yeri mevkînde bir yere park edip sahile geciyoruz ve günes 'cilt kanseri' seviyesine gelene kadar semsiye alti, deniz kenari arasinda eyliyoruz kendimizi. konuslandigimiz yer hem cig böreklere yakinligi hem de sezlongcularin para toplamaya öbür köseden baslamalari sebebiyle acayip stratejik bir noktada. with other words; sezlongcular bizim oralara para toplamaya geldiklerinde biz coktan vahit'e cig börek, gözleme, manti, allah ne verdiyse yemeye gecmis oluyoruz. eger aclik daha dayanilir seviyedeyse bu gecis sehir (sehir? düzeltiyorum ada) meydanina kadar uzuyor. uzuyor ki hafiz'in veya yusuf yerin'de kuru fasulye, pilav, izmir köfte, kuru köfte, pismekten ve beklemekten kemige lütfen bagli kalmis etleriyle tavuk budu, tabii ki patlican (musakka, kizartma, karni yarik, … adini sen koy artik), cacik, coban salata, arnavut cigeri, gerekli yerlere eklenen sarimsak ve benzerlerinin ‘n’ farkli kombinasyonundan olusan yemeklerimizi yiyip ic huzuruyla odamiza geri dönüp ailece serbest zamanimizi yasayalim.

ögle uykusu yasindayken danamiz, hepimiz uyuyorduk kapilar pencereler acik, püfür püfür. bu sene resim yapmaya, spiderman ve ben10 kitaplari okumaya (okumaya? düzeltiyorum bakmaya) ve tabii ki basta ambilanslari, arabalariyla oynamaya verdi kendini. ben direkt anne de kitap gazete allah ne verdiyse okuyarak uyumaya devam.
5 gibi uyananlar kendine geldikten sonra 2. harekat basliyor sahile. yine ayazma yine vahit'in oralar ama bu sefer termos'da sicak su, 2 poset cay, dana'nin cizi'si, meyveler, kekler, vs. de bizimle gelmekte cok israrcilar. e bizde “hayir” demiyoruz dogal olarak. '3.derece yanik' esiginden dönmüs olan günes, sabah degdigi yerleri tatli tatli sizlatirken denize girip, kiyida camurdan kuleler yapmak, bizle gelen israrci arkadaslari yemek, icmek yaklasik 2 saatimizi aliyor. günes tepenin ardinda kayboldugunda biz de ekipmani toplayip eve dönüyor oluyoruz. dus (bu seneki evde calismiyordu biz de kovadan taslama yöntemiyle hallettik isimizi) seansindan sonra aksam yemegi yeniliyor tabii ki. sahildeki mekanlarda balik olur, meydandaki ev yemekcileri olur, her ikisinin arasindaki turkish fast-food diyebilecegim yerler olabilir ama kilise civarindaki fancy yerler olmaz, olamaz. bozcaada'ya feslegenli taglietelli veya ispanak yataginda mozarellali dana bulyon yemeye gelmedigim cok net. tavsan yahni satiyordu bir yer. gelmesinler bana bunlarla.
yemegi de icra ettikten sonra cay-kahve-dadli-tabakta dondurma sünnetini de eda edip günü bitiriyoruz. bunlar icin yine meydandaki cay bahcelerinin arka masalarini (cunku dev tvler mutlaka acik oluyor ve insanlar bir sekilde ne varsa izliyorlar cay, kahve, cekirdek, findik, fistik esliginde. enteresan) veya kas'daki mavi bari animsatan, daha cafesel yaklasimlari olan polente'yi tercih ediyoruz.

yukaridaki tüm aksiyonlar esnasinda eksik olan bir sey var ki, iste onun yoklugu beni cok mutlu etmekte bozcaada'da: ses!

ne sahilde, ne meydanda, ne balikcilarda müzik sesi yok kulaklari tirmalayan. hande yener, serdar ortac, ibrahim tatlises yasamiyor bozcaada icin. merkezdeki daracik yollarda ozellikle vapurun gelmesiyle birlikte trafik sikisinca bile korna calmiyor kimse. su an fark ettim ki kavga eden birilerine de rastlamadim gecen süre zarfinda; sanirim lost'daki gibi bir efekt bu; insanlar sakinlesiyor bozcaada'da. belki de uzakligi, ulasimindaki zorluk, soguk denizi (kac kere ayagimi hissetmedim kardesim o ne soguk öyle) klasik türk turistini cezbetmedigi icin belki de böylesine sakin, dingin ve sevilesi. böyle devam etse ne hos olur. yine gelcek ben!
bu ilk yazim olsun adalar icin. söz daha yazicam.

eeee bülbülü de altin kafese koymuslar "4 yani su ile cevrili kara parcalarina ada" denir demis.

Monday 10 August 2009

Rabia Kadeer, İki Çizgi ve Acil Servis


Rabia Kadeer, Uygur müslümanlarının Çin rejiminden ciddi baskılar (hapis, işkence, tehdit, yakınlarının korkutulması vb) görmüş, ve ancak susması koşulu ile ülke dışında yaşamasına izin verilmiş bir üyesi ya da daha doğrusu bir aktivist. Kendisi tabi ülke dışına çıkınca susmamış. Çin hükümeti de Rabia nın yakınlarına baskı uygulamış, hatta televizyondan Rabia nın yakınları onu denounce etmişler (denounce etmenin Türkçesi reddetmek midir?) Neyse bütün bunlar onu yıldırmamış ve baskı rejimine karşı ülke dışından elinden geleni yapmış. Daha sonra da Avustralyalı yapımcı Jeff Daniels (komik isim benzerlikleri) onunla bir araya gelmiş ve 10 Conditions of Love adlı 54 dakikalık belgesel ortaya çıkmış. 
Bu belgeselin MIFF de gösterileceği açıklandığından beri Çin hükümetinin bunu engellemek için yapmadığı maskaralık kalmadı. Tehditler ve gösteriler takdirle andığım MIFF direktörünü yıldırmadı ve sonunda hem iki kere belgesel önceden kararlaştırıldığı gibi perdelendi hem de Rabia Melbourne e geldi. Başından geçenleri anlattı, buranın başarısız bulduğum ana gazetelerinin bile ilgisini çekti bu program. Neyse sonuç= Belgesel web sitesi Çin den gelen hacker saldirilarina maruz kaldı. Kısa süre de olsa kapandı. 





İki Çizgi bu seneki MIFF programında gittiğim (ve yarıda çıktığım) bir Türk filmi. O kadar kötüydü ki filmden sonra beni acile götürdü balyüz. Şaka yapmıyorum acile gitmek zorunda kaldım. Karnım şişmiş sinirden gaz oluşmuş da baskı yapmış sinirlere. Hehe. Nereden başlasam bilemiyorum, replikler mi, yoksa o kötü çekimler mi, senaryonun acizliği mi, anlaşılamayan sahneler mi, anlamsız sekanslar mı, ya da modern Türk kadını imajının sakilliği mi... Kardeşim yapma bana böyle film. 10 üzerinden klasman dışı. Yuh. Aptal herifler sizi.

Bu arada 10 Conditions Of Love a da gidemedim bilet yoktu. 

Friday 7 August 2009

The White Ribbon

Sen bana bu filmi ver abi. Çok uzun zamandır beni böyle etkileyen bir film daha seyretmemiştim. Bundan bir öncekinin ( Başkalarının Hayatı ) de üzerinden zaten bin yıl geçmişti. Çok sevdim. Haneke'ye çok kıllandığım zamanları da hatırlarım. Gittim Funny Games in yeni çekilenini aldım. Esasen bunu almayacaktım ama Haneke şöyle bir laf etmiş Bunu Amerikalılarında seyretmesi için çektim. Hemen seyrettim tabi. Sonuç benim için değişmedi. Yani o filmi sevmedim, büyük ihtimalle de anlamadım. Son filmine, ama, benzer duygular içerisinde gitmedim çünkü sanırım kendisini Piyanist ve Cache (Bu Turkçe ye nasıl çevrildi bilmiorum Saklı?) ile daha iyi anlamaya başlamıştım ve bu iki filmide oldukça sevmiştim. Bu yeni filminde bu arkadaşımıza 10 üzerinden 10 verdim yıldızlı. 

Bu akşam da Humpday ( Türkçe ismini sabırsızlıkla bekliyorum ) diye bir filme gideceğiz. 

Melbourne ile ilgili fikirlerim, söylediklerim, buradaki arkadaşlarla konuşmalarımız ve yazdıklarımdan benim melbourne ü sevmediğim ortaya çıkıyormuş. Çıkıyormuş diyorum çünkü ben bu fikre katılmıyorum. Bu sadece iki şeyi gösterir 
1 İyi bir konuşmacı değilim
2- Düşündüklerimi iyi anlatamadığım gibi iyi yazamıyorumda
Açıkçası ben Melbourne ü seviyorum. Sadece yapım gereği olumsuzlukları yerden yere vuruyorum ve yanlı yorumlara dayanamıyorum.
Aynı Türkiye'yi çok sevmem ama demokratik olmadığımızı, aydın diye geçinen çevrenin her türlü yobazlığı yapabildiğini, askerin ülkeyi uyuttuğunu söylemem gibi.

Yanlı yorumlar diyince de şunu söylemek istiyorum insan yapısı gereği değiştirmesi çok zor olan olumsuzluklara alışıyor galiba. Bu güncel ve hayattaki somut gerçekler için de geçerli. Kimse bana Melbourne de trafik sorunu yok diyemez. Yine kimse bana herkese Fair Go var da diyemez. Bunlar var ve esas güzel olan şey ve esas beni mutlu eden şey bunların konuşulabiliyor olması. 

Uzun süredir binmediğim motorumun aküsü ölmüştü, iki üç gün önce gidip akü aldım. Bugün taktım aküyü ellerim kanırdı. Neyse bindim bir de üstüne üstlük. Vespa galiba dünyanın en güzel aletlerinden biri. Süperdi, soğuğa rağmen çok mutlu oldum.




Sunday 2 August 2009

Skirt Day, Amreeka ve Mommo


Skirt Day
Hayat zor valla. Kim derdi ki Isabelle Adjani Kraliçe Margot da kesik kelleyi kucakladıktan sonra burada da bir sınıf öğrenciyi rehin alsın bunu yaparken de iyi bir performans sergilesin. Çok kilo almış o ayrı ama çok da başarılı oynamış. Film dandik o ayrı konu. 10 üzerinden 5 verdim gitti.


Amreeka. Olmuş bence. Klasik sınıf ayrımının 11 eylül sonrası Amerika da iyice abarmış halini orada yaşayan ve oraya yeni gelen Filistin li bir ailenin gözünden yaşıyoruz. 7 alır o da zorla. 

Ben şimdi bu fotoyu buraya koydum ve bu filmle ilgili çok az şey yazdım ama fotoyu silip de yenisini de koymaya üşeniyorum o yüzden size başka bişi anlatayım. 

102 kilo oldum. Heh heh. Neden? 2 sebebi var. 1- Belimi kırmıştım ve yogayı ve sporu bırakmak zorunda kalmıştım. 2- Müşterilerim bir dönem her foto çekiminden sonra bana yemekleri verdiler. Evde afiyetle yedim. İtalyan dan tutun, Hint yemeğine kadar gömdükçe gömdüm. 

Snowboard aldım. Artık 3 senedir hep kiralıyordum zamanı gelmiştir dedim. Bu sporu neden yıllar sonra keşfettim bilmiyorum ama artık, hem doğayla mücadele olsun hem sonrası güzel odun ateşi falan olsun çok sevdim. Bundan sonra bir de rüzgar sörfü aldımmı kimse tutamaz beni. Everest den Çeşmeye kadar gelirim. Efenim?


Mommo. Sen bana bu filmi ver. İki kardeşin kalp kırıcı ama Türkiye şartları için olağan öyküsü potansiyel duygu sömürüsü tuzaklarına düşülmeden ( 1 yer hariç ) kotarılmış. 10 üzerinden 8 verdim. Devam edicem...

Friday 31 July 2009

MIFF



Evet heyecanla her sene gelmesini beklediğim Melbourne International Film Festival başladı. Bu sene işlerim sebebiyle sadece mini pass alabildim. Bu pass işleri çok güzel burada. Her pass ın bir kotası var. Benimkine 10 aksam seansı ve 3 gündüz seansı book edebiliyorum. Book edebilmek. Gerçek Türkçe.
Bu seneki seçeneklerimi sizlerle paylaşmak isterim
1- Paper Soldier - Rusya
2- Skirt Day - Fransız Beljik
3- Amreeka - Kanada ABD Kuveyt
4- Mommo - Türkiye
5- The White Ribbon - Avusturya
6- Louise Michel - Fransa
7- Humpday - ABD
8- Antichrist - Danimarka Almanya Fransa İsveç İtalya Polonya ( kısaca avrupa birliği gibi bişi)
9- Two Lines - Türkiye

Şimdilik seçtiklerim bunlar. Önerileri olanlar MIFF in internet sitesinden bakıp bana bildirebilirler. Ben sadece dün Paper Soldier ı gördüm. 10 üzerinden 7 veriyorum. Rusların insanlı uçuştan önceki 6 haftasını kozmonot doktorlarının birinin gözünden izliyoruz. Görüntü yönetmenine 10 üzerinden 10 verdim de çıkışta elimi öptü. Bırak allahaşkına.

Wednesday 8 July 2009

itvitre'den gecerken

burda her sey böyle galiba, gülüm
ne soguk, ne sicak,
ne serin, ne ilik



maslak sanayi’de hemsin (sofrasi) denen mekandaydim.
burasini sevmemin pekcok sebebi var. benim gibi ortanin üstü sinif calisanlar, cokuluslu bankalarin istanbul hq’daki yöneticileri, ntv’nin spikerleri, sanayideki kaportaci usta, o ustanin arabasini tamir ettigi mafya kilikli, siyah gözlüklü abiler birbirlerine dokunmadan, garsonlarla sakalasarak, büyük bir uyum icinde yerler yemeklerini, bu esitlik bana camideymisiz hissini verir niyeyse; hani orada da herkes aynidir ya allah katinda. o hesap…. bir de gördügüm en medeni hesap süreci burada calisir. önce gider yemekleri görürsünüz, gerekirse ascidan aciklamalari alirsiniz, yerinize oturur siparisinizi verirsiniz, en sonunda da kalkip kasaya gider ne yediginizi bir bir siralar, beyaz paket kagidinin üzerinde, sizden öncekilerin yaninda hesaplanmis olan borcunuzu öder cikarsiniz. tamamen sizin beyaninizdir hesabiniz, vicdaniniza ve hafizaniza birakilmistir. o kadar esnek kullanilir ki bu sürec, baktiniz cok kuyruk var ama vaktiniz az, bir daha ki gelisinizde ödemek üzere o gün pas gecersiniz hesap ödemeyi, kimse de pesinize düsmez "hayirdir kardes, hesap??" diye.

cok uzun bir süredir gidememis olmanin verdigi heyecan da vardi icimde, hayalini kurdugum kuru-pilav-ciger uclusunun tadi da damagimda. malum eskiden günlük, siradan olan seyler artik son zerresine kadar damitilmasi gereken aktivitelere dönüsüyorlar yurtdisinda yasayinca.
yukaridaki menümü cacik ile tacladirmis, dünyada benden daha mutlu biri olabilecegini düsünmezken gozum karsi masadaki sepetten bana bakan „köse ekmek“e takildi.
kücüklügümden beri ekmeklerin bu baslangic ve bitis noktalarina ayri bir zaafiyetim vardir; öyle ki ekmegin ucunu kesip icine peynir-domates-biber konarak yaptigimiz sandvicin adi „köse“dir bizim aile literatüründe. bir keresinde halamin gelinine „bana köse yapar misin?“ diye sormustum, o da bana uzun süre bos, anlamak isteyen gözlerle bakmisti. olsun, o da ögrendi ama sonunda.

garsondan sepeti isterken hic gerek yokken “canim kose yemek istedi de” gibi bir aciklama yapiverdim. yapmamla birlikte “abi seviyorsan ben sana getireyim daha ” dedi ve 6 adet ekmek kösesi ile geri geldi. 3ünü yedim ve artik daha mutluydum.


ofise döndügümde isvicre ekibiyle paylastim bu olayi ve gole cevireceklerinden emin oldugum pasi verdim: yukarida bahsettiklerimin basel’de gerceklesme sansi var midi, nedir? ve beklenen ilk gol B’dan geldi; aynen aktariyorum:

farzedelim ki ayni boyutlarda bir ekmek basel'deki rest.da da cikiyor ve sen yemegini yerken onu da gormus olasin;

1- garson ile yemek esnasinda temas kurman cok zor. yani sen siparisi verdin o da getirdi. step by step yaklasimi ile yemegin sonuna dogru yalandan bir "ish guet zi?" diyecek ve sen hesabi isteyene kadar ortadan kaybolacak. arada bir sey istemen zor.

2- diyelim ki bi sekilde temas kurdun adama akici almancan ile "bana ekmegin kosesini" getir dedin. herif ekmegin kosesinin ne demek oldugunu literaturde anlasa bile fiziksel olarak anlamayacak. seni kanirtacak.

3- hadi oldu ya herife tarif ettin ve herif anladi, o da sana "ekmegi komple getirebilirim, size ozel olarak parca parca ya da sadece koselerini sunamam" diyecek

4- sen herife "ya kardesim parasi neyse ben vericem. ordan bana 6 tane ekmek satin al. koselerini kes bana getir gerisini ne bok yersen ye" dersen buyuk ihtimalle ya psikolojik rahatsiz muamelesi goreceksin ya da suratina aptal aptal bakacak.

sonucta yukaridaki stepler bitene kadar ne onunde yemek ne de sende istah kalacak. burnundan gelecek.

hemen sonrasinda E skoru 2-0a getirdi:

zaten B olayi gayet net aciklamis. hatta bu olay degil basel , isvicre'nin her kantonunda (fransiz ve italyan dahil olur). yukaridaki fiktif ornege, asagida -hem de italyan kanton ticino'da yasanmis iki gercek ornek eklenebilir:
- B'in otobandaki dinlenme tesisinde, parmakla gosterip hem de "crem caramel" dedigi halde, kadinin israrla karamelli dondurma vermesi
- C ile dondurma alirken, o’nun "cikolata ve cilek" demesi, benim de " aynisi arti pistachhio" demem ve herifin bana sadece pistacchio vermesi (bu benim essekligim kabul ediyorum. mado mu lan bu? yok aynisiymis da..adam gibi say hepsini)

ha bir de bu ulkede bi hizmet ya verilemez, ya da istemedigin halde yardimci olmaya calisip vaktini alirlar o da ayri mesele.

dun bahnhof eczane'deyiz. su benim horlama ilacimdan istedim. her gittigimde iki tane aliyorum ki yedek bulunsun. yoksa cok da onemli degil. dun kadindan iki tane istedim.
bi geldi:
eczaci: malesef bi tane var.
ben : tamam, sorun degil
ecz: isterseniz siparis vereyim.
ben: yok sorun degil. zaten bi kutu bir ay yetiyor. acelesi yok. (ulan al hesabimi da gideyim)
yaklasik 5 dakka bilgisayarda biseye bakar, oteki kasaya gider, gelir.ve 5 dakika sonra
ecz: eger biraz beklerseniz depoya ineyim bir bakayim belki vardir.
ben. yok tesekkurler. bir tane isimi gorur.

ulan arkada sira oldu. belki hayati bir ilac bekleyen bir var. benim horultu ilacim icin kadin dakikalarini harcadi, hem de ben istemedigim ve istemedigimi belirttigim halde.





buralarda isler böyle iste, bir seyler olmuyo. biraz daha anlatirim, sonra yorulurum herhalde, du bakalim.
bülbülü altin kafese koymuslar „hem aglarim, hem giderim“ demis.


sairimize kulak vererek; bis dann…


Bakiyorum Isviçreye vagonumdan,
Sehirleri cansikici olmali
belki sanatoryomlari eglencelidir.
Yasamak ister miydim
su gördügüm yerlerde
su saygideger adamlarin arasinda
Doksanimdan sonra belki...
Niye böyle seyler yazdim Isviçre için?
Belki kiskandigimdan
Kanli çölün ortasindaki küçük bahçeyi