Saturday 19 September 2009

Çeşitli Düşünceler

Uzun süredir yazmak istediğim birkaç konuyu, her biri bir paragraf olarak burada sizlerle paylaşmak istiyorum.

Alper Görmüş
Taraf gazetesi yazarı olarak tanıdığım bu gazeteci ve sanırım profesör (emin değilim bundan) benim Türkiye de medya ile ilgili kendi kendime yaşadığım bir dolu çelişkiye ışık tutmama sebep oldu. Bu yüzden de oldukça mutluyum. Taraf gazetesinin şu andaki Hürriyet çizgisinden oldukça uzakta, hatta zıt bir stratejilerinin olduğunu görmek ve okur sayılarının gittikçe arttığını bilmek beni mutlu ediyor. Tarihsel örneklerle eskiden gazete diye aldığımız kağıt parçalarının tüm hilelerini, çok medeni bir dille bize (en azından bana) anlatan ve bunu yaparken de uluslararası örnekler verebilecek kadar geniş bir bilgiye sahip olan Alper beye başarılarının devamını diler ikinci konumuz olan ev sosyolojisi üzerine bakınız Fatih Terim ne demiş onu sizlerle paylaşmak isterim.

Avustralya Çıldırdı
Dünyada kişi başına içki tüketiminin çok yüksek olduğu bir ada-kıta burası. Bunu zaten biliyorduk. Ama şunu bilmiyordum mesela, dünyada içkili saldırılarda (bar kavgası vesaire) yaralama olayının en fazla yaşandığı yer de burası. O yüzden galiba burada şöyle bir laf var. When we drink, we go back to our convict roots. Bence oldukça genellemeci ve ırkçı bir laf bu ama var. Onu bir paylaşayım dedim. Bu arada bu arabesk tavır da sadece doğuya ait değilmiş onu da gördüm. Miletin ağzını burnunu kır sonra binbir özür binbir tuhaflıklar, binbir ufalıp yokolmalar. Hadi lan...

Çoluk Çocuk
Bütün yakın dostlarım çoluk çocuk sahibi olmak üzereler. Hepsinin ismi Koray olucak tabi. Bu karışıklık yaratacaktır, o yüzden isteyen istediği ismi verebilir çocuğuna. Sadece ben çağırırken Koray diye çağırırım o ayrı.

Her Yer Reklam
Burada vahşi kapitalizm, dünyanın en vahşisinin çöküşünden bile sonra devam etmekte. Zaten bu ada falan gibi ekolojilerde-toplumlarda, özellikle birde uzaklarsa doğal bariyerlerden dolayı etki tepki olayları heterojen ekolojilere-toplumlara göre daha değişik oluyor (bkz Biology 101) Bu son krizin burada ekonomide yansımaları çok etkili olmadı. Böyle oluncada meslektaşlarım olan pazarlama müdürleri falan çıldırıp paraları saçtılar. Bu da tüketicilere mesela şöyle yansıdı- Telefon beklemelerinde reklam uygulaması, havaalanı park gişelerinin inip kalkan zımbırtılarınında reklam uygulaması, şehrin en işlek kavşaklarına 38 metreye 1234 metre boyutunda televizyon kalitesinde görüntü veren reklam uygulaması (burada beklerken özellikle uzak doğulular- ister yaya ister sürücü olsun- dönen reklam filmini seyrederken bekledikleri ışıkları kaçırıyorlar, bayağı kaptırıyorlar kendilerini yani, bunu japonya da da gözlemlemiştim)

Mind Control
Bu iş üzerine yüz sayfa yazabilirim. Kısaca şunu söylemek istiyorum- Avustralya da medya milleti uyutuyor ve bu vahşi serbest piyasa ideolojisini pompalıyor. Yani elinden doğru bilgi kaynakları alınmış pasif bir tüketici iseniz hayat problemsiz biçimde tüm dünyada buradaki gibi sürüyor ve yapmanız gereken tek şey bir sonraki tatil-alışveriş-araba-evinizi nasıl alırsınız onu planlamak. Problem de zaten bu kesimin yüzdesinin artmasıyla birlikte doğru haber ve bilgi kaynaklarının yüzdesinin düşmesi ve güya öneminin yitirilmesi. Bugün birine gidip buradaki lost generation la ilgili ne düşünüyorsun desem benimle dalga geçer. (Çünkü burada benden, yaşımdan halimden ve tavrımdan bu beklenmez. Daha hafif ve daha seksi konular ise içki ve aşırı hareketler ile birleşirse hemen arkadaş sayımın katlanmasına sebep olur. Aranan adam olurum. Sanırım o yüzden içmeye gitmiyorum burada.)İnsanlar daha az okuyorlar çünkü hareket etmeyen şeylere tahammül azalmış. Kitapçı dediğimiz yerler junk yığını halinde. Geçen gün Avustralyalı genç kadının biri bu Aborjinler bizden ne istiyor dedi. Haha. Yuh. Ben de reklam veren biriyim. Bunu yasal limitler içinde çok feci kullanabilirim. Olmayan birşeyi var edebilirim, yada olduğu gibi gösterebilirim. Ben dürüst olmanın yine de uzun vadede çok daha fazla işe yarayacağını düşünüyorum. Bu da, insanların içlerinde hala, oluşumunu tamamlamış değer yargılarının medyadan çok zor etkileneceği varsayımını taşıyor içinde. Umarım çok naif değilimdir.

Yılbaşı
Tek adres Valmeinier 1800. 26 Aralık - 2 Ocak. Sonra 2 hafta Türkiye.



Saturday 15 August 2009

ada vapuru


"bozcaada'nin diger adinin tenedos oldugunu yeni ogrendim, unutmaktan korkuyorum" diyen kadinin en cok nesine sinir oldum bilemedim. tiz sesine olabilir, bu sesine verdigi "yeni ogrendim ama bunu yeri geldiginde satmasini cok iyi bilecek bir bilinc düzeyindeyim" tonu olabilir ya da kot sortunun icine soktugu t-shirtünün üstünden bütün cigligi ile gözüme soktugu free-bag'i olabilir, ki yetkim olsa kullanimini yasaklayacagim 3 seyden biri olurdu free-bag'ler; askisiz elbiseler ve kemere takilan cep telefonu kiliflari ile birlikte.

bozcaada son zamanlardaki tatil gözdemiz ama dana’miz dogmadan da 1 kere gelmis ve kosarak kacmisligimizda yok degildir. ilk odamiz bir ciftlik organizasyonu icerisinde bize layik görülen bir cati kati idi; hem de diger normal odalarla ayni fiyata. bak bak bak. ertesi gün cikmistik odamizi degistiremeyeceklerini söylediklerinde. daha sonra limana (liman? düzeltiyorum iskeleye) yakin, ada icin lüx sayilabilecek bir otele gecmistik. ancak gecenin 2si miydi, 3ü müydü hatirlamiyorum, oteli su basma riskini de göze alarak insiyatifimi kullanmis ve deli gibi calisan su motorunu kapatmistim. otel lan orasi, yoksa gider bi vidanjörün yaninda uyurum...

bu basarisiz tecrübeden sonra tabii ki tekrar gidisim kralice'm sayesinde oldu. cunku o kafaya takmisti bir kere ve benim de bu ilahi karara karsi cikma sansim pek yoktu. iyi ki de yoktu. cunku son 2 senenin en guzel dinlenmelerini bozcaada'da yasiyoruz.

kahvaltidan sonra 10-11 gibi arabayla ayazma'ya akiyoruz, vahit'in yeri mevkînde bir yere park edip sahile geciyoruz ve günes 'cilt kanseri' seviyesine gelene kadar semsiye alti, deniz kenari arasinda eyliyoruz kendimizi. konuslandigimiz yer hem cig böreklere yakinligi hem de sezlongcularin para toplamaya öbür köseden baslamalari sebebiyle acayip stratejik bir noktada. with other words; sezlongcular bizim oralara para toplamaya geldiklerinde biz coktan vahit'e cig börek, gözleme, manti, allah ne verdiyse yemeye gecmis oluyoruz. eger aclik daha dayanilir seviyedeyse bu gecis sehir (sehir? düzeltiyorum ada) meydanina kadar uzuyor. uzuyor ki hafiz'in veya yusuf yerin'de kuru fasulye, pilav, izmir köfte, kuru köfte, pismekten ve beklemekten kemige lütfen bagli kalmis etleriyle tavuk budu, tabii ki patlican (musakka, kizartma, karni yarik, … adini sen koy artik), cacik, coban salata, arnavut cigeri, gerekli yerlere eklenen sarimsak ve benzerlerinin ‘n’ farkli kombinasyonundan olusan yemeklerimizi yiyip ic huzuruyla odamiza geri dönüp ailece serbest zamanimizi yasayalim.

ögle uykusu yasindayken danamiz, hepimiz uyuyorduk kapilar pencereler acik, püfür püfür. bu sene resim yapmaya, spiderman ve ben10 kitaplari okumaya (okumaya? düzeltiyorum bakmaya) ve tabii ki basta ambilanslari, arabalariyla oynamaya verdi kendini. ben direkt anne de kitap gazete allah ne verdiyse okuyarak uyumaya devam.
5 gibi uyananlar kendine geldikten sonra 2. harekat basliyor sahile. yine ayazma yine vahit'in oralar ama bu sefer termos'da sicak su, 2 poset cay, dana'nin cizi'si, meyveler, kekler, vs. de bizimle gelmekte cok israrcilar. e bizde “hayir” demiyoruz dogal olarak. '3.derece yanik' esiginden dönmüs olan günes, sabah degdigi yerleri tatli tatli sizlatirken denize girip, kiyida camurdan kuleler yapmak, bizle gelen israrci arkadaslari yemek, icmek yaklasik 2 saatimizi aliyor. günes tepenin ardinda kayboldugunda biz de ekipmani toplayip eve dönüyor oluyoruz. dus (bu seneki evde calismiyordu biz de kovadan taslama yöntemiyle hallettik isimizi) seansindan sonra aksam yemegi yeniliyor tabii ki. sahildeki mekanlarda balik olur, meydandaki ev yemekcileri olur, her ikisinin arasindaki turkish fast-food diyebilecegim yerler olabilir ama kilise civarindaki fancy yerler olmaz, olamaz. bozcaada'ya feslegenli taglietelli veya ispanak yataginda mozarellali dana bulyon yemeye gelmedigim cok net. tavsan yahni satiyordu bir yer. gelmesinler bana bunlarla.
yemegi de icra ettikten sonra cay-kahve-dadli-tabakta dondurma sünnetini de eda edip günü bitiriyoruz. bunlar icin yine meydandaki cay bahcelerinin arka masalarini (cunku dev tvler mutlaka acik oluyor ve insanlar bir sekilde ne varsa izliyorlar cay, kahve, cekirdek, findik, fistik esliginde. enteresan) veya kas'daki mavi bari animsatan, daha cafesel yaklasimlari olan polente'yi tercih ediyoruz.

yukaridaki tüm aksiyonlar esnasinda eksik olan bir sey var ki, iste onun yoklugu beni cok mutlu etmekte bozcaada'da: ses!

ne sahilde, ne meydanda, ne balikcilarda müzik sesi yok kulaklari tirmalayan. hande yener, serdar ortac, ibrahim tatlises yasamiyor bozcaada icin. merkezdeki daracik yollarda ozellikle vapurun gelmesiyle birlikte trafik sikisinca bile korna calmiyor kimse. su an fark ettim ki kavga eden birilerine de rastlamadim gecen süre zarfinda; sanirim lost'daki gibi bir efekt bu; insanlar sakinlesiyor bozcaada'da. belki de uzakligi, ulasimindaki zorluk, soguk denizi (kac kere ayagimi hissetmedim kardesim o ne soguk öyle) klasik türk turistini cezbetmedigi icin belki de böylesine sakin, dingin ve sevilesi. böyle devam etse ne hos olur. yine gelcek ben!
bu ilk yazim olsun adalar icin. söz daha yazicam.

eeee bülbülü de altin kafese koymuslar "4 yani su ile cevrili kara parcalarina ada" denir demis.

Monday 10 August 2009

Rabia Kadeer, İki Çizgi ve Acil Servis


Rabia Kadeer, Uygur müslümanlarının Çin rejiminden ciddi baskılar (hapis, işkence, tehdit, yakınlarının korkutulması vb) görmüş, ve ancak susması koşulu ile ülke dışında yaşamasına izin verilmiş bir üyesi ya da daha doğrusu bir aktivist. Kendisi tabi ülke dışına çıkınca susmamış. Çin hükümeti de Rabia nın yakınlarına baskı uygulamış, hatta televizyondan Rabia nın yakınları onu denounce etmişler (denounce etmenin Türkçesi reddetmek midir?) Neyse bütün bunlar onu yıldırmamış ve baskı rejimine karşı ülke dışından elinden geleni yapmış. Daha sonra da Avustralyalı yapımcı Jeff Daniels (komik isim benzerlikleri) onunla bir araya gelmiş ve 10 Conditions of Love adlı 54 dakikalık belgesel ortaya çıkmış. 
Bu belgeselin MIFF de gösterileceği açıklandığından beri Çin hükümetinin bunu engellemek için yapmadığı maskaralık kalmadı. Tehditler ve gösteriler takdirle andığım MIFF direktörünü yıldırmadı ve sonunda hem iki kere belgesel önceden kararlaştırıldığı gibi perdelendi hem de Rabia Melbourne e geldi. Başından geçenleri anlattı, buranın başarısız bulduğum ana gazetelerinin bile ilgisini çekti bu program. Neyse sonuç= Belgesel web sitesi Çin den gelen hacker saldirilarina maruz kaldı. Kısa süre de olsa kapandı. 





İki Çizgi bu seneki MIFF programında gittiğim (ve yarıda çıktığım) bir Türk filmi. O kadar kötüydü ki filmden sonra beni acile götürdü balyüz. Şaka yapmıyorum acile gitmek zorunda kaldım. Karnım şişmiş sinirden gaz oluşmuş da baskı yapmış sinirlere. Hehe. Nereden başlasam bilemiyorum, replikler mi, yoksa o kötü çekimler mi, senaryonun acizliği mi, anlaşılamayan sahneler mi, anlamsız sekanslar mı, ya da modern Türk kadını imajının sakilliği mi... Kardeşim yapma bana böyle film. 10 üzerinden klasman dışı. Yuh. Aptal herifler sizi.

Bu arada 10 Conditions Of Love a da gidemedim bilet yoktu. 

Friday 7 August 2009

The White Ribbon

Sen bana bu filmi ver abi. Çok uzun zamandır beni böyle etkileyen bir film daha seyretmemiştim. Bundan bir öncekinin ( Başkalarının Hayatı ) de üzerinden zaten bin yıl geçmişti. Çok sevdim. Haneke'ye çok kıllandığım zamanları da hatırlarım. Gittim Funny Games in yeni çekilenini aldım. Esasen bunu almayacaktım ama Haneke şöyle bir laf etmiş Bunu Amerikalılarında seyretmesi için çektim. Hemen seyrettim tabi. Sonuç benim için değişmedi. Yani o filmi sevmedim, büyük ihtimalle de anlamadım. Son filmine, ama, benzer duygular içerisinde gitmedim çünkü sanırım kendisini Piyanist ve Cache (Bu Turkçe ye nasıl çevrildi bilmiorum Saklı?) ile daha iyi anlamaya başlamıştım ve bu iki filmide oldukça sevmiştim. Bu yeni filminde bu arkadaşımıza 10 üzerinden 10 verdim yıldızlı. 

Bu akşam da Humpday ( Türkçe ismini sabırsızlıkla bekliyorum ) diye bir filme gideceğiz. 

Melbourne ile ilgili fikirlerim, söylediklerim, buradaki arkadaşlarla konuşmalarımız ve yazdıklarımdan benim melbourne ü sevmediğim ortaya çıkıyormuş. Çıkıyormuş diyorum çünkü ben bu fikre katılmıyorum. Bu sadece iki şeyi gösterir 
1 İyi bir konuşmacı değilim
2- Düşündüklerimi iyi anlatamadığım gibi iyi yazamıyorumda
Açıkçası ben Melbourne ü seviyorum. Sadece yapım gereği olumsuzlukları yerden yere vuruyorum ve yanlı yorumlara dayanamıyorum.
Aynı Türkiye'yi çok sevmem ama demokratik olmadığımızı, aydın diye geçinen çevrenin her türlü yobazlığı yapabildiğini, askerin ülkeyi uyuttuğunu söylemem gibi.

Yanlı yorumlar diyince de şunu söylemek istiyorum insan yapısı gereği değiştirmesi çok zor olan olumsuzluklara alışıyor galiba. Bu güncel ve hayattaki somut gerçekler için de geçerli. Kimse bana Melbourne de trafik sorunu yok diyemez. Yine kimse bana herkese Fair Go var da diyemez. Bunlar var ve esas güzel olan şey ve esas beni mutlu eden şey bunların konuşulabiliyor olması. 

Uzun süredir binmediğim motorumun aküsü ölmüştü, iki üç gün önce gidip akü aldım. Bugün taktım aküyü ellerim kanırdı. Neyse bindim bir de üstüne üstlük. Vespa galiba dünyanın en güzel aletlerinden biri. Süperdi, soğuğa rağmen çok mutlu oldum.




Sunday 2 August 2009

Skirt Day, Amreeka ve Mommo


Skirt Day
Hayat zor valla. Kim derdi ki Isabelle Adjani Kraliçe Margot da kesik kelleyi kucakladıktan sonra burada da bir sınıf öğrenciyi rehin alsın bunu yaparken de iyi bir performans sergilesin. Çok kilo almış o ayrı ama çok da başarılı oynamış. Film dandik o ayrı konu. 10 üzerinden 5 verdim gitti.


Amreeka. Olmuş bence. Klasik sınıf ayrımının 11 eylül sonrası Amerika da iyice abarmış halini orada yaşayan ve oraya yeni gelen Filistin li bir ailenin gözünden yaşıyoruz. 7 alır o da zorla. 

Ben şimdi bu fotoyu buraya koydum ve bu filmle ilgili çok az şey yazdım ama fotoyu silip de yenisini de koymaya üşeniyorum o yüzden size başka bişi anlatayım. 

102 kilo oldum. Heh heh. Neden? 2 sebebi var. 1- Belimi kırmıştım ve yogayı ve sporu bırakmak zorunda kalmıştım. 2- Müşterilerim bir dönem her foto çekiminden sonra bana yemekleri verdiler. Evde afiyetle yedim. İtalyan dan tutun, Hint yemeğine kadar gömdükçe gömdüm. 

Snowboard aldım. Artık 3 senedir hep kiralıyordum zamanı gelmiştir dedim. Bu sporu neden yıllar sonra keşfettim bilmiyorum ama artık, hem doğayla mücadele olsun hem sonrası güzel odun ateşi falan olsun çok sevdim. Bundan sonra bir de rüzgar sörfü aldımmı kimse tutamaz beni. Everest den Çeşmeye kadar gelirim. Efenim?


Mommo. Sen bana bu filmi ver. İki kardeşin kalp kırıcı ama Türkiye şartları için olağan öyküsü potansiyel duygu sömürüsü tuzaklarına düşülmeden ( 1 yer hariç ) kotarılmış. 10 üzerinden 8 verdim. Devam edicem...

Friday 31 July 2009

MIFF



Evet heyecanla her sene gelmesini beklediğim Melbourne International Film Festival başladı. Bu sene işlerim sebebiyle sadece mini pass alabildim. Bu pass işleri çok güzel burada. Her pass ın bir kotası var. Benimkine 10 aksam seansı ve 3 gündüz seansı book edebiliyorum. Book edebilmek. Gerçek Türkçe.
Bu seneki seçeneklerimi sizlerle paylaşmak isterim
1- Paper Soldier - Rusya
2- Skirt Day - Fransız Beljik
3- Amreeka - Kanada ABD Kuveyt
4- Mommo - Türkiye
5- The White Ribbon - Avusturya
6- Louise Michel - Fransa
7- Humpday - ABD
8- Antichrist - Danimarka Almanya Fransa İsveç İtalya Polonya ( kısaca avrupa birliği gibi bişi)
9- Two Lines - Türkiye

Şimdilik seçtiklerim bunlar. Önerileri olanlar MIFF in internet sitesinden bakıp bana bildirebilirler. Ben sadece dün Paper Soldier ı gördüm. 10 üzerinden 7 veriyorum. Rusların insanlı uçuştan önceki 6 haftasını kozmonot doktorlarının birinin gözünden izliyoruz. Görüntü yönetmenine 10 üzerinden 10 verdim de çıkışta elimi öptü. Bırak allahaşkına.

Wednesday 8 July 2009

itvitre'den gecerken

burda her sey böyle galiba, gülüm
ne soguk, ne sicak,
ne serin, ne ilik



maslak sanayi’de hemsin (sofrasi) denen mekandaydim.
burasini sevmemin pekcok sebebi var. benim gibi ortanin üstü sinif calisanlar, cokuluslu bankalarin istanbul hq’daki yöneticileri, ntv’nin spikerleri, sanayideki kaportaci usta, o ustanin arabasini tamir ettigi mafya kilikli, siyah gözlüklü abiler birbirlerine dokunmadan, garsonlarla sakalasarak, büyük bir uyum icinde yerler yemeklerini, bu esitlik bana camideymisiz hissini verir niyeyse; hani orada da herkes aynidir ya allah katinda. o hesap…. bir de gördügüm en medeni hesap süreci burada calisir. önce gider yemekleri görürsünüz, gerekirse ascidan aciklamalari alirsiniz, yerinize oturur siparisinizi verirsiniz, en sonunda da kalkip kasaya gider ne yediginizi bir bir siralar, beyaz paket kagidinin üzerinde, sizden öncekilerin yaninda hesaplanmis olan borcunuzu öder cikarsiniz. tamamen sizin beyaninizdir hesabiniz, vicdaniniza ve hafizaniza birakilmistir. o kadar esnek kullanilir ki bu sürec, baktiniz cok kuyruk var ama vaktiniz az, bir daha ki gelisinizde ödemek üzere o gün pas gecersiniz hesap ödemeyi, kimse de pesinize düsmez "hayirdir kardes, hesap??" diye.

cok uzun bir süredir gidememis olmanin verdigi heyecan da vardi icimde, hayalini kurdugum kuru-pilav-ciger uclusunun tadi da damagimda. malum eskiden günlük, siradan olan seyler artik son zerresine kadar damitilmasi gereken aktivitelere dönüsüyorlar yurtdisinda yasayinca.
yukaridaki menümü cacik ile tacladirmis, dünyada benden daha mutlu biri olabilecegini düsünmezken gozum karsi masadaki sepetten bana bakan „köse ekmek“e takildi.
kücüklügümden beri ekmeklerin bu baslangic ve bitis noktalarina ayri bir zaafiyetim vardir; öyle ki ekmegin ucunu kesip icine peynir-domates-biber konarak yaptigimiz sandvicin adi „köse“dir bizim aile literatüründe. bir keresinde halamin gelinine „bana köse yapar misin?“ diye sormustum, o da bana uzun süre bos, anlamak isteyen gözlerle bakmisti. olsun, o da ögrendi ama sonunda.

garsondan sepeti isterken hic gerek yokken “canim kose yemek istedi de” gibi bir aciklama yapiverdim. yapmamla birlikte “abi seviyorsan ben sana getireyim daha ” dedi ve 6 adet ekmek kösesi ile geri geldi. 3ünü yedim ve artik daha mutluydum.


ofise döndügümde isvicre ekibiyle paylastim bu olayi ve gole cevireceklerinden emin oldugum pasi verdim: yukarida bahsettiklerimin basel’de gerceklesme sansi var midi, nedir? ve beklenen ilk gol B’dan geldi; aynen aktariyorum:

farzedelim ki ayni boyutlarda bir ekmek basel'deki rest.da da cikiyor ve sen yemegini yerken onu da gormus olasin;

1- garson ile yemek esnasinda temas kurman cok zor. yani sen siparisi verdin o da getirdi. step by step yaklasimi ile yemegin sonuna dogru yalandan bir "ish guet zi?" diyecek ve sen hesabi isteyene kadar ortadan kaybolacak. arada bir sey istemen zor.

2- diyelim ki bi sekilde temas kurdun adama akici almancan ile "bana ekmegin kosesini" getir dedin. herif ekmegin kosesinin ne demek oldugunu literaturde anlasa bile fiziksel olarak anlamayacak. seni kanirtacak.

3- hadi oldu ya herife tarif ettin ve herif anladi, o da sana "ekmegi komple getirebilirim, size ozel olarak parca parca ya da sadece koselerini sunamam" diyecek

4- sen herife "ya kardesim parasi neyse ben vericem. ordan bana 6 tane ekmek satin al. koselerini kes bana getir gerisini ne bok yersen ye" dersen buyuk ihtimalle ya psikolojik rahatsiz muamelesi goreceksin ya da suratina aptal aptal bakacak.

sonucta yukaridaki stepler bitene kadar ne onunde yemek ne de sende istah kalacak. burnundan gelecek.

hemen sonrasinda E skoru 2-0a getirdi:

zaten B olayi gayet net aciklamis. hatta bu olay degil basel , isvicre'nin her kantonunda (fransiz ve italyan dahil olur). yukaridaki fiktif ornege, asagida -hem de italyan kanton ticino'da yasanmis iki gercek ornek eklenebilir:
- B'in otobandaki dinlenme tesisinde, parmakla gosterip hem de "crem caramel" dedigi halde, kadinin israrla karamelli dondurma vermesi
- C ile dondurma alirken, o’nun "cikolata ve cilek" demesi, benim de " aynisi arti pistachhio" demem ve herifin bana sadece pistacchio vermesi (bu benim essekligim kabul ediyorum. mado mu lan bu? yok aynisiymis da..adam gibi say hepsini)

ha bir de bu ulkede bi hizmet ya verilemez, ya da istemedigin halde yardimci olmaya calisip vaktini alirlar o da ayri mesele.

dun bahnhof eczane'deyiz. su benim horlama ilacimdan istedim. her gittigimde iki tane aliyorum ki yedek bulunsun. yoksa cok da onemli degil. dun kadindan iki tane istedim.
bi geldi:
eczaci: malesef bi tane var.
ben : tamam, sorun degil
ecz: isterseniz siparis vereyim.
ben: yok sorun degil. zaten bi kutu bir ay yetiyor. acelesi yok. (ulan al hesabimi da gideyim)
yaklasik 5 dakka bilgisayarda biseye bakar, oteki kasaya gider, gelir.ve 5 dakika sonra
ecz: eger biraz beklerseniz depoya ineyim bir bakayim belki vardir.
ben. yok tesekkurler. bir tane isimi gorur.

ulan arkada sira oldu. belki hayati bir ilac bekleyen bir var. benim horultu ilacim icin kadin dakikalarini harcadi, hem de ben istemedigim ve istemedigimi belirttigim halde.





buralarda isler böyle iste, bir seyler olmuyo. biraz daha anlatirim, sonra yorulurum herhalde, du bakalim.
bülbülü altin kafese koymuslar „hem aglarim, hem giderim“ demis.


sairimize kulak vererek; bis dann…


Bakiyorum Isviçreye vagonumdan,
Sehirleri cansikici olmali
belki sanatoryomlari eglencelidir.
Yasamak ister miydim
su gördügüm yerlerde
su saygideger adamlarin arasinda
Doksanimdan sonra belki...
Niye böyle seyler yazdim Isviçre için?
Belki kiskandigimdan
Kanli çölün ortasindaki küçük bahçeyi



Tuesday 7 July 2009

itvitre



itvitre©

bir kac ay önce.
basel’deki bir ya da ikinci ayim. yine böyle bir aksam. yine televizyon acik.
aslinda televizyon cocuklugumdan beri acik. ilkokula giderken kucagimda yastik, yastigin uzerinde kenarlari kalkmis kareli harita metodum bir yandan ödev yapip bir yandan dallas seyrederdim; bi keresinde lucy’nin askili elbisesi düsmüstü de „memisleri göründü mü görünmedi mi“ diye olay olmustu. en azindan benim icin.
o zaman kis ama, kapi pencere kapali, simdiki gibi once 32 derecede yakip sonra sakir sakir yagmurda serinletmiyor; sabit 0 derece; „buz“ gibi. tek kisilik yatak + minimum yasamsal manevraya izin veren büyüklükteki otel odamda esyalarimi topluyorum, yarin yine istanbul’a ucucam, ucak vaktinde varirsa, yol da acik olursa dana’m uyumadan eve varicam ve o’na masal anlaticam. söyle dialekt olmayan bi almanca kanal bulsam da o söylese ben dinlesem, o anlatsa ben toplansam. ahan da sf2’de hayvanli bir haber program, bu kalsin ben isime bakayim. hem de kaplan konulu.
daha yeni ögrenmisim afrika’da kaplan yasamadigini, kaplanlarin asya’da yasadigini. leyla gencer’in öldügünü duydugumdaki kadar sasirmistim. cünkü ben leyla gencer’i already ölü biliyordum. cünkü diyordum, adina ödüller veriliyor, geceler düzenleniyor ama o ödül vermeye gelmiyor; demek ki ölmüs olmali. oha be kardesim, harbiden oha. ama ne yapayim öyle iste. bundan 4 ay öncesine kadar benim icin kaplanlar afrika’da da yasiyorlardi, leyla gencer de coktaan ölmüstü.
gercek bir adi vardi erkek olaninin ama simdi hatirlayamadigimdan ben romeo diyecegim. zürih hayvanat bahcesinde yasarmis, mutsuzmus. nesesi yerine gelsin, havasini bulsun diye pilsen hayvanat bahcesinden jülyet’i (tahmin edildigi gibi, onun da gercek ismini hatirlamiyorum) getirmisler;
bilindigi gibi pilsen cek cumhuriyetinde bir sehir. adindan anlasilabilecegi gibi de pilsen tipi biranin cikis yeri. 96’da birilerinden kisibasina bira tuketim rakaminin en yuksek oldugu ülkenin cek cumhuriyeti oldugunu duymustum. amacim bir gun oraya gidip, agzimi meydandaki bira cesmesine dayayip kana kana bira icmek.
romeo’nun yarisindan biraz büyükce, görece citir bir kaplan bacimiz.
kirlileri katladim, alt tarafin dogru sikistirdim. aman neyse hediyeler falan guzelce sigdilar bavula da yanima alabilecegim, bir de istanbul’da onu bekleyerek vakit kaybetmeyecegim.

e dogru tabii, ne olur ne olmaz diye romeo ve jülyet’i bir süre birbirine komsu ama tel örgü ile ayrilmis bir sekilde birbirlerine alistirmislar, ki ne de olsa vahsi dogalari geregi birbirlerine zarar vermesinler. gercekten de alismis görünüyorlar, yanyana yürüyorlar, birbirlerini kokluyorlar, dis gösteriyorlar vs. yani gercek bulusmaya hazirlar. e hadi o zaman kaldiralim tel örgüyü gönüller bir olsun. romeo artik abazanligindan mi yoksa vahsi dogasi geregi mi bilinmez biraz saldirgan. ama tel örgüyü düsünen, buna da bir kontrol mekanizmasi kurmustur. ki spiker de bundan bahsediyo. ama bu arada romeo jülyet’i isiriyor, eziyor, penceliyor, tekrar isiriyor, ilerdeki su birikintisine götürüyor. suya sokup üstüne cikiyor, isiriyor, penceliyor. hala kontrol mekanizmasi devreye girmis degil. hala sogukkanli ve „b plansiz“ isvicre’liler olayi seyrediyorlar. romeo tam gaz. sanki zürih’de degil de asya’da balta girmemis ormanlarda rakibini alt etmeye calisiyor. lan bayana öyle mi davranilir daha demincek koklasan sen degil miydin? diye düsünüyorum, bir yandan da yeter artik uyusturucu tüfekle vursunlar sunu da jülyet’cik bi rahatlasin, kurtulsun diyorum icimden. o esnada, benden farklari olayi televizyondan degil de yerinden izlemek olan hayvanat bahcesi görevlileri, hayvan uzmanlari, hayvan psikologlari, hayvan herseyleri arasinda bir hareketlenme oluyor. tamam iste tüfek cikacak, mertlik bozulsa da zavalli jülyetcik kurtulacak diye seviniyorum. e o ne peki? bahce hortumundan hallice bir sey ile su sikiyorlar birbirine girmis hayvanlara. romeo söyle bi kafayi kaldiriyo „n’oluyo a.k. yine mi yagmur yagiyo?“ tadinda bakiyor, jülyeti tacize devam ediyor suyun icinde. neyse bir süre daha böyle devam ediyor „liebesspiel“imiz ve bir sekilde romeo yoluna gidiyor, jülyetcik sirilsiklam, bitkin uzaklasiyor ortamdan. tam kalkip disimi fircalayacagim, ekrana ciddiliginde gram degisiklik olmayan uzmanimiz geliyor. ekranin sag üst kisminda kafasi, eller göbekte birlesmis, sol alt tarafta normal karakterlerle adi, hemen altinda da italic karakterlerle unvani yaziyor. ve uzmanimiz ciddiliginde gram degisiklik olmadan „cigerine kacan sulardan dolayi jülyet’i bir süre sonra kaybettik“ gibisinden bir seyler diyor, haber program baska bir konuya geciyor. e oldu mu simdi? ne dediniz simdi pilsen’deki arkadaslara. nereden bulacaklar simdi yeni bir kaplani (tabii ki afrika’dan degil!)? gerci tahminim onlar da sasirmamis ve tevekkülle karsilamislardir ama ben cok üzüldüm jülyet’e. gitti güzelim kaplan basiretsiz isvicre’liler yüzünden. olayimiz hakkinda biraz daha detay ve gercek isimler icin: http://www.20min.ch/tools/suchen/story/28628797

anlasilan ben buralari anlaticam biraz daha.
eeee bülbülü altin kafese koymuslar „alismadik g.tte don durmaz“ demis.

bis dann.

© itvitre kelimesinin fikir anasi fütun’a saygilarimlan

Friday 19 June 2009

Damgalar ve Köhne Koridorlar

Bu günden altı gün önce nezih İtalya seyahatinden döndük. Harikaydı vs, raporlanacak acayip bir şey yok.

Anlatacak olay bugün yaşandı. Efendim, bizim vize yenileme vaktimiz gelmiş idi, nitekim belgeler hazırlandı, dün başvuruya yollandı. Hayda, bir de geri iade edilmesin mi. Meğersem cumartesi girişte damga vuran memur (ki rastladığım ilk Rus erkek pasaport görevlisiydi, zaten gözüm tutmamıştı) aşık mıdır nedir, 13'ü yerine 23'ünün damgasını vurmuş. Bu hatayı yakalayan bilmemne departmanı görevlisi de tarihlerde tutarsızlık var diye belgeleri geri yolladı.

Bu durumda biz de elimiz mahkum havaalanına yollandık durumu düzeltelim diye. Orada yaşadıklarımız pişmiş tavuğun başına gelmemiştir diyemesem de oldıkça tuhaf durumların bizi beklediğinden habersizdik giderken. Konu açık değil mi, yanlış tarih vurulduğu net (çünkü hala yaşanmamış bir tarih) ve düzeltmek çok zor olmamalı. Yok, Rus bürokrasisinde kazın ayağı öyle değil işte.

Önce muhattap bulmakta zorlandık bir süre. Pinpon topu gibi ordan oraya pasladılar bizi havaalanının içinde. Belki altı kişiye falan derdimizi anlatmak zorunda kaldık. İyi ki akıllıca bir hamleyle tercüman almışımız yanımıza. Sonunda nedense yolcuları kandırmaya yönelik bir oyunun hain tuzaklarını aşarak 'ilk yardım' yazan bir kapıdan girince koridorlardan oluşan yepyeni bir dünya açıldı önümüze. Alis'in harikalar diyarının kapılarının sonuncusunda çok ciddi yazılar ve bir zil ile kamera vardı. İşte o zili çalıp sihirli kelimeleri söyleyince önce saniyesinde azarı işittik geç geldik diye (hemen farkedip gelecekmişmişiz). Ulan hatayı yapan onlar, azarı ben yiyorum. Rusyaaaaaa.

Neyse bir süre bekledikten sonra aksi suratlı muhatabımız çıktı karşımıza. Hadi bir azar da ondan. Sonra pasaportlarla kayboldu. Koridorda ayakta bekliyoruz. Eleman 5-10 dakika sonra döndü diyor ki damgalar memurların kendilerine zimmetli, bu damga ve bu memur bugün yok, yarın var, yarın geleceksiz başka yolu yok. Ya olur mu falan diyince bir de yine niye geç geldiniz falan demeye kalkınca ben koptum. Hata benim değil, onlar yüzünden işimi gücümü bırakıp kalkmış havaalanına gelmişim, hem suçlu muamelesi görüyorum, hem de bunu yarın tekrar yapacağım. Başkadım verip veriştirmeye. Herif hiç oralı olmadı gibi göründü sonra kayboldu yine. Koridorda ayakta beklemeye devam. Sonunda geldi dedi ki damga yolda geliyor bekleyin. Allah Allah. Tam Türkiye muhabbeti, pısarsan sıçtın, üste çıkarsan muzaffersin. Bir süre daha koridorda bekle, sonra neyse nazik bir kadın memur geldi, hem özür diledi, hem açıklama yaptı, telefonumuzu aldı, siz oturun bir yerde dedi.

Sonuçta oturduk, bizim gerizekalı memurun damgayla beraber gelmesini yarım saat 45 dakika bekledik, vurdurduk damgaları döndük. Şahane di mi?

Saturday 13 June 2009

Çeşitli

Geçen gün ofiste arabamın arkasına park etmiş olan başka bir çalışanın arabasını çekmek zorunda kaldım (kendisi müşteriyle görüşüyordu). Şimdi esasen bu bir kadın, sanırım oradan başlamalıyım. Çok sert bir mizacı olan, inanılmaz profesyonel, öyle esprilere falan gülmeyen bir tip. Kıyafetine bakınca da şunu anlıyorsunuz genel olarak: BEN ÇOK CİDDİ VE ÇOK TİTİZ BİR İNSANIM. Neyse pek hazetmediim bu şahsın arabasını ben çekmek zorunda kaldım çünkü bizim öbür boşta olan iş arkadaşı aynı arabayı çekerken iki gün önce çok net biçimde arabayı işyerinin duvarına yazmıştı ve böyle oluncada bunu ben çekmem dedi. Neyse işte arabaya binince dünyam değişti: İnanılmaz bir sigara izmariti kokusu, ve sigara izmaritlerinin bizzat kendisi. Her yerlere saçılmış çeşitli junk food artıkları ve onların ne biliyim peçeteleri falan. Arka koltukta bir çift çizme, bir çift ayakkabı, çeşitli kıyafetler ve bir adet ne olduğunu anlamadığım cisim vardı. Arabayı geri vitese almak için harflerin yazdığı, vitesin altındaki yere baktım, R harfini görebilmek için orayı elle silmem gerekti, o sırada sildiğim yerden bir böcek vitesin başka derinliklerine doğru pek de bana aldırış etmeden yer değiştirdi. Kadının imajı 10 saniyede beynımde 180 derece değişti tabi. Yuh derler adama.

Vespamın aküsü bitmiş. Gidicem susuz akü alıcam trilyonluk ama çok üşeniyorum bir de burada havalar soğudu biraz yazı bekliyorum galiba.

Karşı apartmana taşınan şapşal gaylord fockheart lar taşınmadan önce her yere adres değişikliği bildirmişler. Ama yanlış adresi yazarak bizim adresi vermişler, adamların tüm postası bize geliyor diye hergün mutad inip postaya bakıyorum, sorumluluk bilinciyle. Yoksa bu kadar bakmam yani. Birde geçen gece bir parti verdiler, Lionel Ritchie çaldı sabahın 3 ünde. Say you say me ve dancing on the ceiling çok net bizim evde yankılandı.

Geçtiğimiz P.tesi burada queen elizabeth in yaşgünü kutlandı. Krallık böyle bişi demekki. Bir gün tatil oldu her yer, tabi bu Avustralyalılar da çok tatile düşkün hemen P.tesi ya da Cuma ile birleştiriyorlar böyle şeyleri. 3 gün tatil oldu sonuçta. Bolca uyudum ve kitap okudum. İyi oldu.

Kayın peder (ayrı mı yazılır bitişik mi bilemiyorum) dün gece itibarı ile 3 aylık masif bir kalıştan sonra Türkiye ye geri döndü. Kendisini sevdirdi, hikayeler anlattı, bizi güldürdü, etrafı kolaçan etti ve gitti. Hala kapıdan çıkarken kendi kendime Evladım aldın mı anahtarını diyorum.

Web sitesini açmamıza çok az kaldı. İşin %90 ı bitti ama arkadaşım ne zormuş ya sona kalan % 10. Neyse yavas yavas size de aktaracağım bu gelişmeleri. Şimdilik 1 ay içinde soft launch sonrada gerçek launch planlanmakta.

Burada iki çeşit insan var benim gözümde. Biri bişiler üreten insanlar. Bu bişiler sanat olur, birine yardım olur, iş olur, ne biliyim fikir olur, proje olur etc. Bir de bişiler tüketen insanlar. Şşırdığım şey bu ikisinin yaşamları arasındaki inanılmaz fark. Bu konuda daha sonra uzun yazıcam galiba böyle 1 cümle ile olmuyor.

Umut ile Hindistan a gitme kararı aldık. Çok rahatladık. Şimdi detay çalışacağız. En güzeli.

Thursday 4 June 2009

Brisbane


Brisbane Avustralya'nin üçüncü büyük şehri. Geçen gün bizzat gidip kontrol ettim. Güzel bir yere benziyor. Sabah gidip akşam döndüğüm için pek bişi anlamadım ama daha önceki gidişlerimle de birleştirerek söylemem gerekirse hava sıcaklığı olarak en ideal yerlerden biri. Ortalaması sene boyunca 27 midir nedir burada canımızı alan kış soğuğu orada yok. Ben de giyinmişim deli gibi, kanter içinde kaldım bu enteresan şehrin sokaklarında dolaşırken.
Nüfus 2 milyon, okul çocuklarında Indiana Jones şapkası, bayanlarda parmak arası terlik, erkeklerde ise mutad bira göbeği var. Avustralya değişik bir yer bu anlamda bakınca. Her yerin enteresan özellikleri var. Bunlar çok belirgin tabi. Mesela Northern Territory e gidin sonra da Melbourne a gelin iki ayrı ülke gibi. Sydney New York un kötü bir kopyası. Melbourne daha avrupai, Brisbane ise kendine has bir yer. 

1824 lerin başında ilk mahkumlar gelmiş şu anki şehir merkezinin 25 km kuzeyine yerleştirmişler bunları. Aradan bir 17 sene sonra da free settlers gelmiş. Mahkumlar başka yere gitmişler ve şehir kurulmuş. Tabi bölgenin adını o zamanın New South Wales valisi kendi soyadı olarak belirlemiş. Daha da yaratıcı olunamazdı bence. Brisbane lılara Brisbanite deniyor. Yeri gelmişken Sydneysider ve Melbournian dan da bahsetmeliyim galiba. Bölgenin gerçek adı yani Aborijin adı ise: Mian Jin (spike shaped place)
Bu ismi verenlerin çeşitli katliamlardan sonra armut gibi ortada bırakıldığını illa söylemem gerekiyorsa söyliyim.



Genel olarak laid back attitude a sahip dediğimiz buranın insanları biz Viktorya lıları bazen çıldırtıyormuş efendim. Sanki Viktorya, hadi daha özel olarak Melbourne çok çalışkan ve tez canlı. Yok tabi öyle bişi. Herkes hafta başından itibaren hafta sonunu bekliyor. Bu durum tabi daha da zenginleştiğini sanan birtakım insanların ruhen fakirleştiğinin de benim için bir göstergesi. Neyse uzatmayayım bu konuyu, zira 15 paragraf falan yazarım.

Bu Brisbane a gideceğim sabah cep telefonumu evde unutmuşum, içinde buluşacağım adamın adı cep telefonu, adresi, buluşma detayları falan var. Bravo Koray diye başladığım gün sıfır hata ile ve benim için çok güzel bir anlaşma ile sonuçlandı, nasıl oldu anlamadım. Ama cep telefonsuz bir gün bana iyi geldi. 

Enteresan bir yazı oldu bir ordan bir burdan. Şu fotoyu da yüklemeden edemiycem. İyi çalışmalar dilerim.




Tuesday 26 May 2009

Hırsız Var!

Arabanın cant kapakları iki senede ikinci kez çalındı. Bu kez insaflı hırsız(lar) ön ızagarayı bırakmışlar da geçen seferki gibi ful Mad Max modeli gezmeyeceğiz.

Bundan alınacak dersler:
bir. Moskova'da çelik cant tercih sebebi.
iki. Kontrollü otoparkı olan bir konut seçeneği değerlendirilmeye gayret edilmeli. Park sorunu ile birleşince bu madde çok elzem hale geliyor ama Moskova'da bizim alışık olduğumuz siteler genelde lüks ve pahalı kabul edildiğinden uygununu bulmak biraz şans işi.

Wednesday 20 May 2009

Ben Olsam

Ben olsam bu blogu takip etmezdim.

Bir kere haftada bir girdi oluyor. Devamlılık yok. Sonra çok şizofren, herkes ayrı telden çalıyor. O esasen kötü bir şey değil ama ilk bakışta yazarın kim olduğu belli olmadığı için afallatıyor. Ben bile ilk girdilerden birini çok uzun süre başkasının sandım. Rusya'daki araba parklarını Koray'ın koyduğunu sananlar var. Sanırım tüm girdilerin Koray'ın olduğunu sananlar var.

Ama öte yandan güldürürken düşündürüyoruz. Bir nevi Levent Kırca misyonu. Arada bir bakmaya değebiliriz. Bizden vazgeçmeyin sevgili okur!

Tuesday 19 May 2009

Kaç kişiyiz?

Together we stand, divided we fall...
Biz bu blogu çok severek oluşturduk. Ama insan bir noktada kaç kişinin bu bloğu takip ettiğini merak ediyor. Geçen gün eski yazıların altındaki comment lere bakıyordum, bir iki tane kimden geldiğini bilmediğim anonymous comment gördüm. Meraklandım. Bloğun sağına soluna da böyle renkli yok followers mış yok efendim believers mış falan gibi şeyler koyulmasına da karşı olduğumuzu (toptan) sanıyorum. O yüzden şu sorumu mazur görün lütfen, kaç kişi okuyor bu deli saçması şeyi. Comment bırakırsanız sevinirim(z). Sağdan saymaya da başlayabilirsiniz. Benim tahminim bu arada 4. Yanı yazarlardan birkaçı da takip etmiyor bu blogu. Bak sen eşşeklere...

Sunday 17 May 2009

Spor, Spor için midir?

Farkettiniz mi bilmiyorum ama bloga uzun zamandır yazı yazmıyordum. 
Neden yazmıyorsun Mert, niye bizi yazılarına hasret bırakıyorsun dediginizi duyar gibiyim.  
Ama duymuyorum yani; kimse arayıp da mert yazsana suraya, cok özledik, yazılarını okumadan gözümüze uyku girmiyor demedi. İçinizden geçirip, dillendirmediğinizi düşünüyorum.  Herneyse, uzun zamandır yazmayışımın nedeni de benzer bir hikaye.  
Bir ay önce ya da daha evvel, Avustralya'da kriz süreciyle ilgili bir yazı yazdım ve bloga koydum. Yazıyı yazmaya 9cıvarı baslayıp gece 3te bitirmiş, sonucunda güzel, ancak güzel oldugu kadar da küstah bir yazı çıkartmıştım.  Hakkaten çok sert olduguna karar verip sabah 7 civarı kalkmış kahvemi yudumlarken, yazıyı blogdan geri çıkardım.  Sanki yazı New York Times'ta yayınlanacakmış gibi bir sorumluluk duygusu, efendim bir takım hayatı ciddiye almalar, ne biliyim bir otokontrol mekanizmaları nereden çıktı bilmiyorum ama o yazıyı çıkardıktan sonra kendi kendimi sansürleyip suçu bloga atmış olmalıyım ki, hayranlarımı uzun zamandır 
bekletmemin ayıbını örtmeye yeni karar verdim.  

Şimdi bu anlamsız ve gereksiz girizgahtan sonra, sizinle paylaşmak istedigim konu Avustralya'da spor yapan kişiler, spor salonları vs. aslında geyik yani. Avustralya vs. Türkiye de alt başlık.  
Spor konusundaki hassasiyetimi, eski yazılarımı takip edenler bilir. Küçük bir çocukken başlayan spor macerama 3 yıl önce, aşırı fit olmak, kas gelişimimi kontrol edemez hale gelmek gibi nedenlerden ötürü bir ara vermiştim.  O arayı bitirme kararını Avustralya'da almış olmak, anavatan ve bu memleket arasındaki spor salonu kültürünü karşılaştırma fırsatı verdi bana.  Bu karşılaştırmayı yaparken de ham vücut-fit vücut, sigara içen-içmeyen disiplinli-disiplinsiz arasındaki farkları da görmüş oldum, iyi de oldu.   
Şimdi ben 7 yaşında TSYD yüzme klubünde yüzmeye başladım ve disiplinli bir şekilde 8 yıl yüzdüm.  Oyle ki, yüz Mert derlerdi Kuruçeşme'den atlar, Silivri'den çıkardım. Ardından baktım deniz kirli, bu haraketlerimi ciddiye alan da yok, e futbola da aşırı bir kabiliyetim var; yani 15 yaşında küçük bir Ruiz Hierro, bir küçük Frank Rejkard, bir minik Van Breukelen, bir genc Zubizzareta karışımı bir insanım.  Kısa boyuma karşın fantastik bir kaleci, çelimsiz vücuduma rağmen, çevik bir defans oyuncusuyum.  Zamanın efsanevi altyapı hocası Serpil Hamdi Tüzün, rakibi hatırlamadığım bir maç öncesi, Mert dedi seni 5 sene sonra nerede göreceğimi ben bile düşünemiyorum. O derece yani! başka bir gezegenden falan bahsediyoruz. Sonra devre arasında, "Mert kaç orta yaptın ilk devrede saydın mı? Sıfır!!" diye bağırarak beni karmaşık düşünceler itmiş olsa da futbola olan sevgim hiç bitmeyecekti. Eh dedim o zaman, verdim kendimi futbola. Belli bir süre sonra, gençlik, şöhret, para, barlar, discolar, sigaralar derken aktif spor yaşamı sona erdi.  
İstanbul'da aktif spor yaşamı sona erenler ve hayatında adam gibi spor yapmamıs adamlar genellikle güzel spor salonlarına para verip gitmeme kararı alırlar.  Neyse, bu tipler 1 yıl üye olup 4 kere giderler.  Ya da kafaya bir karşı cins takılır, elde edilene ya da apışıp kalınana kadar devam edilir. O da 10 ziyareti geçmez, geçmemeli.  Herneyse, bu spor salonlarının maliyeti de spor salonuna ortak olmak istesen aynı paraya eşit olur genelde.  Bu spor salonları sabah 6'da boşu boşuna açılır, çünkü sabah gittiğinde salonda bir temizlikçiler bir de sen olursun. Spor salonunda çalan hafif müzik, boş fitness aletlerinin arasında yankılanır, duşlar temiz ve boş, havuz durgun ve sessiz, buhar odası buharsız ve çirkindir.  Akşam iş çıkışı saatlerinde ise, gece klubüne mi geldik lan 
detirten bir müzik, spinning hocasının haey, hop, hueyt gibi naraları arasında durdugu yerde pedal çeviren nike kataloğundan fırlamış insanlar, ecobar'da utanmasa meyve kokteyline votka ekletmek isteyecek, belden 70 derece bükük, bara yaslanılmış, yüzde hafif bir gülümsemeyle yavşama pozunun sözlük anlamıyım modunda saçma sapan insanlar, ve aletlerde gereksiz ter kokulu kuyruklarla karşılaşılır.  Adam gibi spor yapanlar da yok değildir ama onda bir diyelim, hadi onda iki olsun.  
iki hafta evvel, eski günlerime geri dönmek, Oscar De La Hoya ile aramdaki küçük farkı kapatmak üzere, evimin iki adım ötesindeki Fitness First isimli spor salonuna nasılmış diye bakmaya gittim.  Fitness First, bir spor salonu zinciri ve tüm Avustralya da 40-45 civarı salonu olmakla birlikte, dünyanın pek çok farklı ülkesinde de şubeleri bulunuyormuş.  Adamlar bana premium üyelik teklif ettiler, ben de dedim nedir premium? dünyanın bütün fitness firstlerine sınırsız gidebilrsin dedi adam. Hah dedim tam aradığım şey, çünkü syahate çıkıyorum, dur bir toplantıdan önce spor yapiyim diyorum, iniyorum otelin spor salonuna, bakıyorum tırmanma duvarı yok, ne biliyim tredmill benim hızıma yetişemiyor falan, çok hoşuma gitti bu teklif o yüzden.  Dur dedim evden bond çantayı getiriyim öyle konuşalım demeye kalmadı, ayda 40 dolar demesin mi, gel dedim seni bir öpeyim gözlerinden. Bastım imzayı, 3 saatlik de personal trainer bagladılar bana.  Tamam dedim, haydi bakalım.  Personal trainerım Jack geldi, bana bir testler, sorular falan.  Ardından hedefler koyuldu ve ilk antreman salı günü saat 6'da.  Tamam dedim, tenha da olur rahat rahat çalışırım. Salı sabah 6'da salondayım, fakat bir terslik var. 
Sabah 6'da salon aksamkinden daha kalabalık.  Arabayı park edecek yer yok, dolapların hepsi dolu, aletler full, sanırsın Çarşambadan itibaren Avustralya'da spor yapmak yasak.  Neyse adamla çalışmaya başladık, 15. dakikada ölümden döndüm.  Baş dönmeleri mi dersin, ciğerlerimin infilak etmesi mi dersin, dedim hocam iki dakka izin ver dinleneyim, ne izni dedi adam, dedim yıllık izin anasını satiyim, tiratlona hazırlanmıyorum ben dedim.  Şöyle bir oturdum etrafıma baktım; millet spora aşık, disiplinli, kendi kendilerine limitlerini zorluyorlar, sadece yaptıkları şeyle ilgileniyorlar ve en şaşırdığım şey spor salonunda ayna yok.  Helal lan dedim. 
Avustralya'da insanlar saglıklı yaşam ve sporu bir hayat tarzı haline getirmişler.  İstanbul'da Nike iki ay milyon dolarlık kampanya yapıp HumanRace'e 10.000 kişi toplarken, Melbourne'de 
geçen hafta Göğüs Kanseri Vakfı için 30.000 kişi koştu, eventin tek anonsu da adamların internet sitesinden.  Sabahları, bisikletle kilometrelerce pedal çevirip sonra işe gidiyor insanlar. Şehrin heryeri park, parkur, saha ve kortlarla dolu.  Spor salonlarına değil, kendilerine ve sağlıklarına yatırım yağpan insanlarla dolu şehir.  Tabii ki, bir başka yazımda yerin dibine sokacağım tiplerle de dolu ama en azından onlar da gerçekten spor tutkunu, kendine bakan insanların ortamlarını bulandırmıyorlar.

İki haftanın sonunda, sigarayı azalttım, adam gibi spora gidiyorum.  İnsan kendini iyi hissediyor. Amaç spor, sağlık, bir takım güzellikler, toz pembelikler, yeşil Getoradeler, mavi Poweradeler diyebilirim şu anda.  
Şimdi bu yazıyı da yazdım, yine bir acayip hissettim kendimi.  Adam artislik yapmak için geliyosa spor salonuna bu beni niye geriyo ki? Ne isterse yapsın. Valla bilmiyorum. Hayatta bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.  Socrates da bunu söylemese onun da farkında olmayacağım, lanet olsun.  

Friday 15 May 2009

Turkish Back


Bu Avustralya da Turkish Back denilen bişi var, deyim gibi birşey. Zamanında buraya yerleşmiş bir takım insanların ve ama özellikle Türklerin başvurduğu bir metod. Anlatayım biraz: Önce Avustralya ya yerleşilir. Göçmen olarak gelindiğinden ve zaten burada iş bulmak kolay olduğundan hemen bir iş bulunur ( temizlik, postacılık; taksicilik, amelelik vs ) Daha sonra bir şekilde bir kaza senaryosu yazılıp çizilir. Bir ortak ile beraber bu kaza gerçekleştirilir. Sonra da doktora gidilerek ben artık iş yapamıyorum, çalışırken belim sırtım inanılmaz acılar içerisinde diye yalanlar uydurulur (hence the name turkish back) ve iş yerinden çıkış alınır. Avustralya devleti olayı tamamıyla üstlenerek ömür boyu minimum maaşa bu kişiyi bağlar. Bu kişi daha sonra hayatında bir daha çalışmamak üzere ayda 800 dolara talim eder. 
Bu adamlardan birkaçı ile kayın peder balık avlarken tanışmış. Adı İbrahim olsun. Bizimkisi demiş ki İbrahim ayı gibi adamsın neden 800 dolara talim ediyorsun da çalışmıyorsun? İbrahim'de abi benim keyfim yerinde bozma demiş. Bizim temizlikçilerde kendi şirketlerini bu yardımı alabilmek için kurmayıp açıktan para kazanıyorlar. Bu ekstradan gelen para çok kıymetli bizim için.
Neyse işte tabi uyusturucu falan da cabası. Bu İbrahim tabi balık avlarken iskelede direk gömüyormuş sarma dolmaları. Babama da ikram etmiş. Hahahaha. Neyse işte geçen gün bizim kayınpeder iskeleye bir daha gitti balık avlamaya. İbrahim ortada yokmuş, telefon etmiş nerdesin gelmeyecek misin diye, yok abi demiş İbo, gelemem, param bitti (allowance diyorlar galiba) ay başını bekleyeceğim. 
Bu olayları esasen Yunanlılar çıkarmış burada. Ama sonra gözüpek Türkler öyle bir sömürmüş ki durumu, bu tür olaylara burada Turkish Back deniyor artık.
Tabi zaman içinde Avustralya hükümeti önlemler almış falan ama bu bizim Türkleri önleyemez burada bence. Her zaman bir yol bulup o beleş 800 dolarese ulaşmak için uğraşırlar burada.
Çok çalışkan Türkler de tanıdım. İlk geldiğinde 4 işte birden çalışan, gece gündüz demeyen, kendini çok sevdiren ve etrafına örnek olan. Şu anda da, sıfırdan kurduğu Melbourne ün 2. büyük matbaasına da, oğullarına devretmesine karşın, her sabah mutad herkesten önce gelen bu kişi bana bile ilham vermiştir bunalımlı zamanlarımda (two years ago, bitch). Ama genel olarak gördüğüm biz  çalışmayı sevmiyoruz. Ya da öyle demiyim de şunu söyliim: Beleşi seviyoruz. 

Monday 11 May 2009

Yaratıcı Rus Parkları 5

Enteresan bir şahsiyetim, hareketlerim açıklama gerektirmez parkı

Tuesday 5 May 2009

Moskova'dan Haberler

Ne kadar harika bir memlekette yaşadığımızı size biraz anlatabilmek için üç güncel, birbirinden süper haber:

1. Karısıyla kavga eden sarhoş polis komiseri 3 kişiyi öldürdü, 6'sını yaraladı

Bu arkadaş, doğumgünü partisinde karısyla tartıştıktan sonra Moskova'nın göbeğinde girdiği süpermarkette 9 kişiyi vurdu, bunların 3'ü öldü. Süpermarket kameralarının çektiği bütün olay boyunca herif feci soğukkanlı. Sarhoşluğuna rağmen iyi de nişancıymış.

2. Büyük bir bankanın adı açıklanmayan sahibinin 19 yaşındaki oğlu Ferrari'sini kırdı

Yine Moskova'nın göbeğinde bilmem kaç km sürat yapan zibidi, Ferrari'sini aha bu hale getirdi. Enteresan olan (iyi ki de) bu olayda ölen olmaması. Çocuk bile bu arabadan sağlam çıkmış. Nasılll?

3. Rus Neo-Naziler Adolf Hitler'in doğumgünü kutluyor

9 Mayıs'ta Nazi Almanyası'na karşı zaferin altmış bilmemkaçıncı yılını kutlayacak olan Rusya'da, Neo Naziler 5 Mayıs Adolf Hitler'in doğumgününü kutluyor. Yabancılara sokağa çıkmaması öneriliyor. Dün akşam bir Hintli'yi hastanelik etmişler.

Friday 1 May 2009

Istanbul not so very modern sometimes

Evden çıkmak bazen zor. bir sabah kapınızda ptt’den “buraya gel de sana Mucur’un Fransa’dan gönderdiği doğumgünü hediyeni vereyim artık’ taahhütlü mektubunu bulduğunda daha da zor olabiliyor. Başıma geleceklerden habersizdim. Ptt’ye girip üçüncü kata yollanacağımı bilmiyordum. Üçüncü kata arkadaki yük asansöründen çıkıp kendimi bir mutfakta bulacağımı kestiremezdim. Ben nafilelerde sekerken arabamın manita (insanın en büyük düşmanı) kuvvetlerince hunharca başka arabalara toslanacağı da aklımda yoktu. Hepsini öğrendim. Topkapıda’ki gümrüğün açık adresini, muhtarlıktan kağıt almam gerektiğini de öğrenmek zorunda kaldığım gibi (yine de aylavyu mucur)…
















İstanbul Modern’de sergi gezmelerine 1Mayıs’tan bir gün once biraz trafiğe kalmayı göze alarak gidebildim. Gölgeye Övgü sergisi etkileyiciydi. Bir takım adamların (çoğu tabii ki sizin oralardan umutcuğum) bundan yüzyıl once hangi kafalarda nasıl animasyonlar yaptığına, ne biçim karakterler tasarladığına falan iyice şaşırdım, güzel oldu. Çıkma anı geldiğinde karnım fena acıktığından hazır yakınken Karaköy’de balık yemek iyi bir fikirdi. Rus animasyon adamlarından alınan gazla (kimbilir neler içtiler de böyle coştular) rakı da akla yakınlaştı haliyle.


























Sanat, animasyon falan bir yana da eğer beni mutlu etmek istiyorsanız (istiyosunuz di mi?) hırdavatçılara götürün (inin o fildişi kulelerden). Testere, matkap, makara falan gösterin.
Su terazisi almama izin verin. Bunların hepsi yapıldı. Gün, Karaköy’de plastik bardaklar ve kağıda sarılmış rakı şişesinin, deniz çuprasının, çinekopun karşısında sona erdi. Gene gelecek ben.

Thursday 30 April 2009

Poyedim v Otpusk

Moskova'ya da bahar gelir

Mayıs, Yılbaşı ile beraber Ruslar'ın en favori tatil mevsimi. Hem 1 Mayıs bayram, hem de 9 Mayıs. Böylece çoğunluk Mayıs'ın ilk 10 günü izin kullanıyor ve Moskova yine bize kalıyor.
Ofisler boş kaldı haanım

Monday 27 April 2009

Büyük Felaket

Bizim evin hemen arkasında bir Ermeni mezarlığı var. Moskova'daki tek veya en büyük Ermeni mezarlığı.

Her sene 24 Nisan'da bir ordu Ermeni kardeşimiz bayraklarla pankartlarla bu mezarlığa dolup '1915 olaylarını' anıyorlar. (E şimdi tabi DGM'lik olmamak için kullandığımız kelimelere dikkat etmeli di mi?) Bu kardeşlerimiz artık içerde Türk bayrakları mı yakıyorlar, Tayyip kuklaları mı bilmiyorum, biz tercihan pek bulaşmıyoruz. Gerçi ben şahsen özürdiledim.com ama gel bunu bu kardeşlerimize anlat.

Sema ilk sene futbol taraftarları sanmıştı bu bayrak sallayarak evin önünden geçen kara gözlü kara kaşlı insan topluluğunu. Bir kere de bar tuvaletinde mahsur kalmıştı Ermeni taşnaklar kapıyı tutunca, yeri gelmişken onu da not edeyim.

Rear Window

Üst katta tuhaf işler dönüyor hanım,
Çelik on ikinci dalgadan kaçarken bizim komşulara sığındı galiba, burdan suç duyuruyorum; biliyosunuz Çelik’e yataklığın cezası büyük.
Iki gün iki gecedir gözüpek komşuda cümbüşün sonu yok.
Çelik çalıyor, komşu eşlikte gerek. Dün akşam saatlerinde dayanamayıp evden çıktım, bugün akşam geldim cover’lara yeni geçmişler. Bir ara onuncu yıl marşını da tıngırdattılar. Benim kafamdaysa Büyük Usta’dan “Allahım Neydi Günahım?” repeat’te. Egemen Özkan evi günahlarının bi kısmı yazılmış olmasın yarebbim?
Sustular mı sanki?

Önümüzdeki hafta Bonnie Prince Billy Babaylon’da konsere geliyor. Ben buna çok seviniyorum. Olanca sakalıyla sakin sakin söyleyecek, ağlayacak. Gelebilen gelsin (Nasıl geleyin), öğrenci 15, mezun 25.

Sunday 26 April 2009

35

Doğumgünü partisi polisin beni karakola götürmesiyle bitti.

Müziği bağırtmışız biraz (her haysiyetli partide olacağı üzere), millet evine gitmek üzere dağılırken kapıya dayandı militsia. Biri uzun, biri kısa iki tip. Makineli tüfek boyunlarında. Yarım saat dil döküldü, yok illa karakola geleceksin diyorlar. Belli dertleri para tırtıklamak ama benin tepem attı, hem müziği kapamışız, parti bitmiş insanlar gidiyor, zaten doğumgünüm, hiç tahammül edemedim.

Bir tanesi aldı beni karakola kadar gittik, tam kapıda telefon çaldı. Geride kalana vermişler bir miktar para, geri döndük. Kapıda elimi sıktılar ayrılırken. Efenim? Böyle bir polis vukuatım eksikti, o da oldu. Hayırlı olsun.

Yolun yarısını da devirdik bu esnada.

Saturday 25 April 2009

Sanki Her Tarafta Var Bir Düğün

Şen kahkahalı sinirli dev adam, sevgili koray gencel'in önerisi üzerine 'nasil geleyim'e müdahilim. Sabahın kör vaktinde postumu dedim bekliyorum(olsa da kodum).
Dünün gündemi 23 nisan çocuk bayramına değinmek niyetindeyim. Bu sene neden bilmem daha bir şenlikli gibiydi çocuk bayramı. Bir süredir 'bana hergün' olduğundan tatil kısmını anlamam mümkün olmadıysa da işlerine bir günlük ara veren arkadaşlar taze gelinler gibiydi. 22 nisan gecesi eğlencenin dozunda tatil ruhu kolgeziyordu. şimdi aranızda kesin özleyenleriniz vardır, dün gece Ankara'nın ünlü simaları ile Cihangir'de yeni bir içkili ortamda denk gelme fırsatı bulduk. Gizem'inden Mercan'ına, Boran'ından Melkur'una bir sürü ank, toplaşmış alkol duvarına meydan okuyorlardı.. Ben baktım özlenicek bi durum yok.

Türk Televizyasi ve Bayram (ansızın gelen başlık):

Dün Jack Bauer hep dünyayı kurtardı (kimbilir kaçıncı kez):
Kiefer Sutherland ikinci sezondan sonra prodüktör olmuş, artık sırtı yere gelmez (züğürtün çenesi)- izlediğimden diil.


















Küçükler Makamlara Yerleşti:
Cumhurbaşkanı bir günlüğüne Büşra Kılıç oldu. İlk kadın cumhurbaşkanımız Sayın Kılıç, çikolata fiyatlarını düşürmek (özel günler?) başta kendi okulunun fen laboratuarını yenilemek gibi akla yakın bir ekonomik paket sundu. Abdullah, Sayin Kılıç'la senli benli konuştu. Başbakan Ecem Gülce Uçar ise, kriz teğet geçti, kemerleri sıkalım gibi yepyeni önerilerle eski başbakanı aratmadı.












TRT Kutlamaları:
İnanılacak şey değil ama çocuklar bu sene renkli kartonlardan Türkbayrağı, Atatürk portresi falan yaptılar. Ortalıkta tayt ve/veya füzo giymekten hoşnutsuz oğlan çocukları, ponpon kız olmaktan gururlu kız çocukları dolanıyordu.





Bu da gecmis bir 23 Nisan'dan kalma "en uzun bayrak bizim bayrak" isimli bir calisma


Bir de bi ara zapik sırasında çocukların popstar gibi takıldığı bi prooramda (TDK) turkish pavarotti'nin yanında italyan bi tenorcu velet "la donna e mobile" söylüyolardı. Pavarotti’nin sahne çalmaya çalışması tüylerimi ürpertti.

Sonuç başlığı (hala olmadıysanız parantes manyağı olun diye açtığım lüzumsuz parantes):
Siz siz olun 23 nisan'da hangoverinizi elinizde kumandayla kutlamaya kalkmayın.

Şimdi soruyorum:
Şu televizyonu camdan atmamam için bana bir tek sebep gösterebilir misiniz? (içimden bir ses sorunun cevabının Umut'ta olduğunu söylüyor)

Wednesday 22 April 2009

Yaratıcı Rus Parkları 4

Köşeleri değerlendirelim kaldırım kime gerek parkı


Kim Tutar

Müjdeler olsun şengel vizesini aldık. 10 senelik Amerika vizem var (daha gitmedim), Avrupalılar kalış süresi için vize vermeye devam ediyor. 15 günlük vizemizi aldık. Ama dalga geçer gibi çok girişli vermişler. Girer girer çıkarız.

Artık bu gezi için heyecanlanabiliriz.

Tuesday 21 April 2009

Taşındık


Buyrun bu da balkondan manzara.

Nadya Komenaçi ve ben

Fantastik ve spektaküler bir motor kazası yaşadım. Korkacak birşey yok fakat olay biraz komik anlatmak istedim. Şimdi efendim ben genellikle güzel havalarda motorla çıkıyorum. Motor dediğime bakmayın benimkisi bir scooter. Neyse işte iki hafta önce ofise doğru giderken aniden hava karardı ve yağmur ciselemeye başladı. Bu çiseleme işi oldukça komik esasen çünkü burada hava kararıyor, rüzgarlar hatta fırtınalar kopuyor ama sonra üç damla bişi yağıyor o da zorla. Neyse işte yağmaz yağmaz o gün yağdı anlayacağınız. 
Asfalt denen bu madde de yağmur yağınca çok kaygan oluyor diye aman dikkat edeyim de fren yaparken kafayı gözü yarmayayım dedim kendi kendime. Ben böyle düşünürken efendim, karşıdan gelen ve U*dönüş yapması yasak olup da buna rağmen hemen önümde bahsi geçen dönüşü yapan araba böyle düşünmüyormuş. Bunu arabaya doğru hızla giderken aklımdan şöyle bir geçirdim. Sonra tabi hayatın enteresan ikilemlerine verdim kendimi. Ya adama bodoslama arkadan girecektim yada aynaya bile bakmadan sağa kırıp adamın yanından geçip gidecektim. Arkadaşım neden durmadın diye anlamsız bir soru sormayın lütfen. Cevabı bu paragrafın ilk cümlesinde gizli. Neyse işte ben ikinci opsiyonu seçtim ve esasen var olduğunu bile bilmediğim üçüncü  ve daha kötü bir olasılığın içinde buldum kendimi. Ön teker, yağışta, asfalttan bile daha kaygan bir madde olan tramvay demirlerinin yuvasında kaymaya başladı. Merak edenleriniz olabilir tramvay demiri diye yeni bir madde keşfedildi burada. 
Böyle olunca ön teker kaymaya başladı ve motor altımdan kaçtı gitti. Ya da ben motoru bırakıp kendimi yere attım, bilmiyorum ve hatırlamıyorum. 

Motor kendi etrafında dönerek ve kıvılcımlar saçarak karşı yönden gelmekte olan tramvaya doğru kaymaya başladı. Ben ise kendimi takladan taklaya verdim. Kaç takla attım bilmiyorum, bildiğim iki kere kafamı yere çarptığım, en ufak bişi hissetmediğim ve kask denen aletin ne denli önemli olduğudur. Bu arada takla atarken vücudumu da korumak için ellerimi ve bacaklarımı kontrol etmeye çalıştım. Demirli kaslarım ve çevik vücudum sayesinde çok başarılı bir şekilde, hehe, yerde attığım taklnın momentumu sayesinde birden ayağa kalktım ve tam ayağa kaltığım anda iki tane yaşlı kadınla göz göze gelip onlara selam vererek motoru tramvayın önünden çekmeye koştum. Neden bunu yaptım bilmiyorum. Adrenalinden hiçbir şey hissetmiyordum yada şoktaydım. 

Günün özeti olarak şunu söyleyebilirim, üstümdeki montun sağ kolu eridi, sağ dizime sıcaktan kotun parçaları işledi ve hala şu anda yaranın içindeler.
Ucuz atlattım galiba. Bugun ancak bir daha binebildim motora ve hemen servise götürdüm. Dizim kaşınıyor sürekli. Bu olayı Kendor a anlattığımda Nadya Komenaçi gibi takladan taklaya vermişsin kendini dedi ve çok güldük. Umarım hep güleriz. Balyüz motora binmemi yasakladı ona üzülüyorum. O da üzülme diyo.

Durum raporu

35 yaş partisi için gerisayım başladı. Alışveriş yapıldı, playlist oluşturuldu. Cumartesiyi bekliyoruz.


İtalyanlar'dan pasaportlarımızı bugün geri alıyoruz. Umarım vizeyle beraber.


Moskova'da tipi vardı bu sabah. Beyaz bir Moskova'ya uyandık ve bir süre de tipi şeklinde devam etti kar. Arabanın kar lastiklerini değiştirmek için çok uygun bir gün seçmemişim. Velakin, 1 Mayıs'tan itibaren çivili kar lastiği kullanmak ceza sebebi.

Saturday 18 April 2009

Yaratıcı Rus Parkları 3

Ben su katılmamış bir hıyarım parkı

Friday 17 April 2009

Şen gel

Vize işlerinden nefret ediyorum. Terörist, mülteci veyahut serseri muamelesi görmekten hiç mi hiç hazzetmiyorum. Ama ne var ki Türk pasaportu taşıyan gezginin hayatının kaçınılmaz gerçeği.

Amerikalısı, Avrupalısı bir yere gitmek istediğinde atlıyor uçağa gidiyor. Türksen efendim aylar önceden biletini alacaksın, kalacağın yeri belirleyeceksin, oradan da yer ayırtacaksın, üstüne de mali bilgini bokunu püsürünü bir fasikül evrağı elçiliğe teslim edeceksin. Bayağı bir plan program gerektiren, spontanlığa mahal bırakmayan bir olay.

Neyse efendim, biz ayıptır söylemesi Haziran'da bir İtalya yapalım diye niyetlenmiş idik. İki gün evvel de vize başvurumuzu yaptık, ondan bu ilenme durumu. Geçen sene bir zamanlama sorunu yaşayıp bileti falan iade etmek zorunda kalmıştık malum. Bu inek İtalyanların vize işlerini taşere ettiği Rus şirketi bize altı hafta sonraya başvuru tarihi vermişti, bizim uçuşa beş hafta kala. O şirketi değiştirmişler. Randevumuzu zamanlı alıp, evraklarımızla gittik. Sonuç haftaya belli olacak. Fingers crossed.

Adamlar vize ödemesi adam başı 60 avro diye internete falan her yere yazmışlar. Nitekim gittik kasaya "Ne kadar ödiycez?" "İki kişi 120 avro, ödemeyi hangi para birimi ile yapacaksınız?" "Avro" Bunun üzerine hesap makinası ile çık çık işlem. "124.5 avro rica edeyim" "Efenim?" "124.5 avro ödeyeceksiniz." Yahu her yere yazmışsın 60 avro diye, ben avro ile ödemeye kalkınca niye rubleden çevrip 62.25 avro alıyorsun, bu nasıl turşu? demedim, paşa paşa ödedik parayı.

Bir de koca yerde (belki 150 kişi çalışıyor) İngilizce konuşan bir tane eleman buldular güç bela, onun da İngilizcesi bizim Rusça kadar. Bizim evrakları incelerken garibanın perçemleri terden alnına yapıştı. Rezervasyon tarihlerinde benim orda farkettiğim bir hatayı da farketmedi - teyid sırasında otellerden biri Haziran yerine Mayıs yazmış. Doldurduğumuz, Avrupa ülkelerinin yarısının internet sitesinde yer alan İngilizce başvuru formunu da kabul etmediler. Orda AYNI formun Rusça/İtalyanca olanına İngilizce olarak geçirdik bilgilerimizi.

Vize işlerinden nefret ediyorum.

Monday 13 April 2009

Lynch

Moskova'da bir galeride David Lynch'in 1960'lar ile 2000 bilmem kaç arası eskizleri, resimleri, fotoğrafları, kısa filmleri, kısaca bütünsel bir sanatsal portresini sunan bir sergi açılmış idi. Cumartesi günü gittik gördük. Zaten çok rahatsız bir kişi olduğunu bilirdik ama böylece kalan şüphelerimiz de giderilmiş oldu.

En doğru tespit Sema'dan geldi: "İyi ki kendini sanata vermiş de katil falan olmamış."

Ben kendi adıma en çok ufak tefek çiziktirmelerinin toplandığı bölümü beğendim. Yıllar yılı restoran peçetelerine, senaryo sayfalarına, set memolarına, otel kağıtlarına, uçak kusmuk torbalarına, kibrit kutularına falan yaptığı karalamaları toplamış. Çok acayip desenler vardı. Pek beğendim.

Bulunduğunuz şehre gelirse gidin görün derim.

Sunday 12 April 2009

Kötü kızlar

Bizim için bir ara çalışmış tercüman kızlardan biri Fransa'ya gitmişmiş okumaya. Geçende de bizim diğer tercümanlara mail atmış. Bunu okumakta olan yaşlıca tercüman hanım, "A, bizim kızın Türk komşusu varmış, buna da bir iki cümle Türkçe öğretmiş. İki cümle yazmış buraya, okuyayım sana" dedi.

Başladı okumaya: "Ben o-ros-pu ol-dum. Ben si-kil-dim."

Hahahahah. Ya lütfen ben gideyim Parislere, Türk kültürünü Dünyaya yayan bu kardeşimizin alnından öpeyim de geleyim. Ha bu arada komşu Türk de kız. Sanırım. Ve umarım.

Şehir merkezinde ufak bir haftasonu gezintisi

Melbourne ün içinde neredeyse yüzlerce irili ufaklı alışveriş merkezleri var. Genellikle benim hoşlanmadığım bu gibi yerlerden bir tanesi gerek tarihi gerekse mimarisi yüzünden sevgimi kazanmış durumda. Ben de sizle bunu paylaşmak istedim. 
Bu fotosunu gördüğünüz bina bir Shot Tower. 1890 senesinde bitirilmiş. Amaç saçma üretmek. Hani şu silahlar için olan. Neyse 1973 de bayağı yıpranan binayı yenilemişler ve üzerini 85 metrelik camdan bir kubbe ile örtmüşler. Bu kubbe ile örtme işlemi bana sorarsanız bu binanın bulunduğu değerli arazinin alışveriş merkezine çevrilebilmesi için verilmiş bir rüşvet. Bu binanın altında da 4 katlı bir alışveriş merkezi var ve her kat bu gördüğünüz atrium a ( bu atrium u doğru mu kullandım bilemiyorum) bir şekilde açılıyor. Yani illa alışverişe gideceksem buraya gelirim diyor size biraz da teknik bilgiler vermek istiyorum.
Shot tower da üretilen saçmanın çapı, kulenin boyu ile doğru orantılı. Bunu açıklayabilmem için size prosedürü anlatayım hemen. Kulenin en üstünde kurşun eritilir. Bu eriyik belirli bir çapı olan delikli bir süzgeçten süzülerek serbest düşüşe başlar. Yolculuk, içinde soğuk su olan bir kapta sonlanır. Sonuç: süzgecin deliklerinden ancak geçebilecek büyüklükte saçmalar. Eğer battal boy bir kanguru öldürmek için daha büyük bir saçmaya ihtiyacınız varsa, size daha uzun bir kule yapmanızı öneririm yoksa havadan düşen saçmanın donmak için gerekli süresi olmaz.

Burası da Melbourne City Town Hall. Bu binayı da 1851 de yapmaya başlamışlar. Ama içinde bulunduğumuz eyalet olan Victoria da altın çıktığı haberi ile başlayan göç ve arbede de binayı unutup gitmişler. Ancak 1870 lerde şanlı bir balo ile açılabilmiş. Bence çok güzel bir bina ve belediye hala içinde işlev görüyor. Temel taşlarını daha dayanıklı taşlarla da değiştirmeyi ihmal etmemişler. Şehirle ilgili birçok organizasyonun kalbi, duyurulduğu yer ve hatta komedi festivalininde kısmi evsahipliğini yapan bu binaya 10 üzerinden 9 veriyorum. 

Eveet geldik tren istasyonuna. 1854 de tamamlanmış bu tren istasyonu şehrin tarihi sembollerinden bir tanesi haline gelmiş durumda. Bir kere girdim içine. Madem sembol 10 kere gir derler adama. Yok illa motorla gitcem gideceğim yere. Bu arada bir sonraki yazımı tamamen spektaküler motor kazama ayıracağım. Endişeye gerek yok bana bişi olmadi. Motorum ama, hasar gördü bayağı. Neyse konuyu dağıtmayalım. I will meet you under the clocks, Melbourne lülerin bir zamanlar çok kullndığı bir kelime imiş ve bu istasyonun resimde görülen ana girişindeki saatin önünde buluşalım anlamında kullanılırmış.
Şimdi tabi öyle under the clock falan yok. 
Ben seviyorum bu binayı. Zaten sevmesem niye koyayım buraya. Sarı bir rengi var ve şehir için çok önemli üç unsurun kesiştiği noktada yer alıyor: Yarra nehri, Federation meydanı ve St Paul katedrali. Bence şehri bir arada tutan kilit bir yapı hem mimari hem de sosyal açıdan.

Bu da bahsi geçen St Paul katedrali. Hakettiği ilgiyi hem turistlerden hem de sokakta yaşayanlardan görüyor. Sanki bir tek Melbourne lüler ilgi göstermiyor gibi havası bende bu binanın. Kolonileşme sırasında İngiliz Anglikan kilisesine en güzel yerler verilmiş. Bu da güzel bir örnek. Bence de şehrin en güzel yerlerinden birinde bulunan bu kilise 1835 lerde falan çok daha küçük çapta başka bir bina ile hizmet veriyormuş fakat sonra Melbourne ün büyümesiyle beraber 1885 lerde şu an gördüğümüz bina inşa edilmeye başlanmış. Daha sonra inşa edilen Federasyon meydanı biraz da olsa ihtişamından alıp götürmüş ama hala yerli yerinde duran bu bina bana hep ne kadar allahsız olduğumu hatırlatacak.

Kısaca 150 yıllık bir şehirde yaşıyoruz işte. Modern binalar ve modern yerlere daha sonra değineceğim. Ama bir sonraki yazımı nadya komenaçi hareketleriyle (Kendor un tavsiri) süslediğim motor kazasına ayıracağım. 

Friday 3 April 2009

Yaratıcı Rus Parkları 2

Eah oldu işte parkı

En çok rastlanan park şekli olup kabul edilebileceği üzere aslında pek de yaratıcı değil

Tuesday 31 March 2009

Ruhun Gıdası

Çaykovski'lerin, Şostakoviç'lerin torunlarının müzikte iyi ürünler ortaya koymalarını beklemek şaşırtıcı olmazdı. Nitekim, günümüzde de Rus müzisyenlerin keyifle dinlenen parçalar yaratabildikleri gerçek.

Bizim gibi çok farklı bir musıki bir altyapıdan gelmiyorlar tabi ki, kökleri eninde sonunda Batı müziğine dayanıyor. Dolayısıyla müzikleri bizim Türkçe sözlü hafif Batı müziğinin çoğu gibi eğreti durmuyor. Bir dip not olarak da Rusya'nın Batı'dan Doğu'ya çok geniş ve renkli bir coğrafyaya yayılmış olmasının da müziklerini beslediğini söylemek gerek.

Burada bahsettiğim Kafkaslar'ın bağrından kopup gelen Örövizyon fatihi Dima Bilan, lezbiyen taklidi t.A.T.u. ikilisi veya güzel kızlar grubu Viagra değil. Her ne kadar Rus popu genel olarak dinlenebilir ve (bence) Türk popundan daha yetkin ürünler ortaya koysa da, benim şu an bahsetmek istediğim, alternatif müzik deyin, adını ne koyarsanız koyun bize hitap edebilen türde müzik yapan sanatçılar ve onların şarkıları.

Buyrun konuyu son zamanlarda severek dinlediğim birkaç örnekle inceleyelim:

Zemfira - Kogda Sneg Naçnyotsa (Земфира - Снег начнётся)


Aslen Tatar olan Zemfira, 2000'lerin başından beri Rus alternatif müzik sahnesinin başını çekmiş. Her daim hüzünlü bir hali olan bu abla, karizması ve sert şarkı sözleriyle dikkat çekiyor. Burada örnek olarak seçtiğimiz şarkı 2008 yılı Spasibo albümünden "Kar Başlayınca".


Boombox - Vahteram (Бумбокс - Вахтерам)

Ne grup hakkında doğru dürüst bilgim var, ne de şarkının adının "Gardiyana" gibi bir anlamı olduğundan ötesini biliyorum. Güzel şarkı ama. Hüzünlü biraz. Tabi.

Lyapis Trubetskoy - Ogonki (Ляпис Трубецкой - Огоньки)

Bu arkadaşlar Belarus imiş, Wiki'den öğrendim şimdi. Farketmez, Rus türevi. Şarkının adı "Alevler". Güzel de bir klibi var. Grubun adı tercümede makul bir sonuç vermedi. Aynen veriyorum: "Lunar caustic Of the [trubetskoy" demekmiş.

Tanya Zıkina - Vodopadami (Татьяна Зыкина - Водопадами)

Soyadının telaffuzu bizim için talihsiz olan bu güzel hanım kızımız yeni türedi. Rusya'nın derinliklerinden geliyor. 'Yeni Zemfira' tanımını çat diye yapıştırdılar. Şarkının anlamını tercüme sitesi veremedi. "Altında suyun" gibi bir anlam veren bir kelime oyunu olduğunu iddia etsem aranızdan kim itiraz edebilir?

Skafandr feat Vasya V - Nye mıy

Yukardakilerin hepsine "eah bunlar ne beh" diyenlere bir de bu var. Hoş.

Friday 27 March 2009

Sipsi çok şanlı bir arkadaşımızdır

Arkadaşlarımı çok özledim. Yapacak birşey yok ama. Şimdilik burda kurmaya çalıştığım işe yoğunlaşmış durumdayım. Türkiye den garip haberler alıyorum. Siyasi ve sosyal olarak ikiye ayıralım bunları.
Siyasi
Basın ve asker vermiş elele Türkiye yi yemişler. Şahsen benim hayatımı o kadar değil ama benim kadar şanslı olamayan yuzbinlerin hayatını karartmışlar. Belgeler ve okuduklarım beni çok karamsarlığa itiyor.
Sosyal
Sipsi adlı kedimizin beyninde ( bu kedide hiç olmadığına hepimizin yemin edebileceği organ ) tümör çıkmış. Çok üzüldük. Rahatsızlığı artınca galiba uyutulacakmış. Yapılacak birşey yokmuş.

Geçen gün toptan bir karanlık gündü. Anlatayım biraz. Bir fax makinası var ortak ofisimizde. Ben her ne kadar bu tür kendi satın almadığım aletleri kullanmamaya gayret göstersem de o gün gerçekten çok ihtiyacım oldu. Basmam gereken 4 sayfalık bir posta adresi sticker ı var elimde. Bu iş için önceden bir format ayarlamasına giriyorsunuz. İşte efendim sayfada kaç adres basılacağından tutun da, bunların değişik sticker lar için yapılması gereken sınır ayarlarına kadar bir dolu şey mikrosoft wörd denilen kötü şeyin biryerlerinde gizli. Neyse yaptık bunları. Yolladık printer a bir deneme sayfası. Yılan gibi çıktı sayfa. Trilyonluk sayfamız oldu. Geriye kaldı mı sana 3 sayfa. Yolladık yazıcıya bu son kalan 3 sayfayı ama işte hayat o kadar kolay değil Koray paşa. Tüm pazarlıklar sonunda en fazla 1 sayfa daha alabildim yazıcıdan. Benim olsa direk duvara yazmıştım.

Neyse dışarı çıkıp, günde 2 tane keyif için içtiğim sigaralarımdan birini heba ettim. Aklıma yandaki internet kafeye gitmek geldi. Bu kafenin sahibi aynı zamanda İzmir de de bir süre yaşamış olan, türkçe konuşabilen, çok iyi anlayabilen boşnak bir arkadaşımız Bayram. Ooo hoşgeldin beş gittin falan derken ben çöktüm bir aletin karşısına tekrar baştan bazı sınır çalışmalarından sonra yazıcıya yolladığım adresler armut gibi çıktı sayfanın olmadık yerlerine. Allem ettim kallem ettim yapamadım. Bu Bayram geldi, o da çok yüksek sesle konuşuyor sağır mıdır nedir, o da yapamadı. 

Kalktım dışarı çıkıp öbür sigarayı içtim. Yahu kardeşim bir müşteri listesine mektup yollamak bu kadar zor mu yaa. Elle yazmaya başlasaydım o zaman kadar 1000 kere biterdi. Ofise geri geldim, Bayram tabi servislerinden dolayı babayı aldı benden. Ben çıkıyorum dedim. Çıktım ve direk bir Officeworks e gittim ( buranın office super store u gibi bişi ) bir satış temsilcisi çıktı karşıma. 

Buyrun falan dedi. Anlat dedim bana multifuntional bir makina ki ben de satın alayım şöyle bozulmayacak güzel bir şey. Herif 3 taneyi anlatmaya başladı sonra gaza geldi epson lardan bir tanesine yoğunlaştı anlattıkça anlatıyor. Tamam dedim budur alacağım.

Hemen getireyim dedi ve ortadan kayboldu. Ben diyim 10 dakika siz ( kaç kişisiniz bu arada bir bilsem ) diyin 20 dk sonra geldi ve bana bu modelin dükkanda olmadığını söyledi. Bu arada ben de ordaki başka teknolojik aletlere bakıyordum. Nasıl herifin üstüne yürüdüysem manager kılıklı bir arsız karşımda belirdi. Nasıl olmaz dedim ya, neden anlatıyorsun o zaman iki saattir falan dedim bir de (merak etmeyin tüm bunları dedim) Bu arada dükkanın kapanmasına 15 dakika falan var ve ben o gece bu işi bitiremezsem büyük arıza çıkarıcam biliyorum. Karıma falan sataşıcam, evlilik zedelenecek, yok ne biliyim bi suç işleyip sınır dışı edilcem falan. Neyse manager pardon falan derken ben adama bu display ürününü almayı teklif ettim. Hiç anlamadı neden böyle bişi yaptığımı. Suratı falan değişti, art niyet falan da bulamıyor tabi. Başka yazıcı alsana diyenleriniz olabilir, onları bozuk ruh halim ve takıntılı kişiliğimle uğraşmamaya davet ediyorum. 

Neyse sonra dedim ki bu aleti alıcam ben, başka ofislerinizden mi bulursunuz, ne yaparsanız yapın benim buna çok ihtiyacım var dedim. Öbür dükkanda 5 tane olduğundan bahsetti manager. Tamam dedim getirtin. Yapamazlarmış efendim. Nerede bu ofis dedim. 10 dakikalık yoldaymış, tamam dedim giderim ama o ofis kapanırsa bu arada yakarım dedim binayı. Pyromaniac misali bir tavrım da yok değildi hani. Adam hemen telefona sarıldı orayı ararken ben arabadaydım zaten.

Trilyonluk epson u aldım sonunda. Bilgisayara bagladım, telefon hattına bagladım artık faxımız da olmuş oldu. Print dedim. Zart diye bastı. Gittim uyudum sonra.