Sunday 17 May 2009

Spor, Spor için midir?

Farkettiniz mi bilmiyorum ama bloga uzun zamandır yazı yazmıyordum. 
Neden yazmıyorsun Mert, niye bizi yazılarına hasret bırakıyorsun dediginizi duyar gibiyim.  
Ama duymuyorum yani; kimse arayıp da mert yazsana suraya, cok özledik, yazılarını okumadan gözümüze uyku girmiyor demedi. İçinizden geçirip, dillendirmediğinizi düşünüyorum.  Herneyse, uzun zamandır yazmayışımın nedeni de benzer bir hikaye.  
Bir ay önce ya da daha evvel, Avustralya'da kriz süreciyle ilgili bir yazı yazdım ve bloga koydum. Yazıyı yazmaya 9cıvarı baslayıp gece 3te bitirmiş, sonucunda güzel, ancak güzel oldugu kadar da küstah bir yazı çıkartmıştım.  Hakkaten çok sert olduguna karar verip sabah 7 civarı kalkmış kahvemi yudumlarken, yazıyı blogdan geri çıkardım.  Sanki yazı New York Times'ta yayınlanacakmış gibi bir sorumluluk duygusu, efendim bir takım hayatı ciddiye almalar, ne biliyim bir otokontrol mekanizmaları nereden çıktı bilmiyorum ama o yazıyı çıkardıktan sonra kendi kendimi sansürleyip suçu bloga atmış olmalıyım ki, hayranlarımı uzun zamandır 
bekletmemin ayıbını örtmeye yeni karar verdim.  

Şimdi bu anlamsız ve gereksiz girizgahtan sonra, sizinle paylaşmak istedigim konu Avustralya'da spor yapan kişiler, spor salonları vs. aslında geyik yani. Avustralya vs. Türkiye de alt başlık.  
Spor konusundaki hassasiyetimi, eski yazılarımı takip edenler bilir. Küçük bir çocukken başlayan spor macerama 3 yıl önce, aşırı fit olmak, kas gelişimimi kontrol edemez hale gelmek gibi nedenlerden ötürü bir ara vermiştim.  O arayı bitirme kararını Avustralya'da almış olmak, anavatan ve bu memleket arasındaki spor salonu kültürünü karşılaştırma fırsatı verdi bana.  Bu karşılaştırmayı yaparken de ham vücut-fit vücut, sigara içen-içmeyen disiplinli-disiplinsiz arasındaki farkları da görmüş oldum, iyi de oldu.   
Şimdi ben 7 yaşında TSYD yüzme klubünde yüzmeye başladım ve disiplinli bir şekilde 8 yıl yüzdüm.  Oyle ki, yüz Mert derlerdi Kuruçeşme'den atlar, Silivri'den çıkardım. Ardından baktım deniz kirli, bu haraketlerimi ciddiye alan da yok, e futbola da aşırı bir kabiliyetim var; yani 15 yaşında küçük bir Ruiz Hierro, bir küçük Frank Rejkard, bir minik Van Breukelen, bir genc Zubizzareta karışımı bir insanım.  Kısa boyuma karşın fantastik bir kaleci, çelimsiz vücuduma rağmen, çevik bir defans oyuncusuyum.  Zamanın efsanevi altyapı hocası Serpil Hamdi Tüzün, rakibi hatırlamadığım bir maç öncesi, Mert dedi seni 5 sene sonra nerede göreceğimi ben bile düşünemiyorum. O derece yani! başka bir gezegenden falan bahsediyoruz. Sonra devre arasında, "Mert kaç orta yaptın ilk devrede saydın mı? Sıfır!!" diye bağırarak beni karmaşık düşünceler itmiş olsa da futbola olan sevgim hiç bitmeyecekti. Eh dedim o zaman, verdim kendimi futbola. Belli bir süre sonra, gençlik, şöhret, para, barlar, discolar, sigaralar derken aktif spor yaşamı sona erdi.  
İstanbul'da aktif spor yaşamı sona erenler ve hayatında adam gibi spor yapmamıs adamlar genellikle güzel spor salonlarına para verip gitmeme kararı alırlar.  Neyse, bu tipler 1 yıl üye olup 4 kere giderler.  Ya da kafaya bir karşı cins takılır, elde edilene ya da apışıp kalınana kadar devam edilir. O da 10 ziyareti geçmez, geçmemeli.  Herneyse, bu spor salonlarının maliyeti de spor salonuna ortak olmak istesen aynı paraya eşit olur genelde.  Bu spor salonları sabah 6'da boşu boşuna açılır, çünkü sabah gittiğinde salonda bir temizlikçiler bir de sen olursun. Spor salonunda çalan hafif müzik, boş fitness aletlerinin arasında yankılanır, duşlar temiz ve boş, havuz durgun ve sessiz, buhar odası buharsız ve çirkindir.  Akşam iş çıkışı saatlerinde ise, gece klubüne mi geldik lan 
detirten bir müzik, spinning hocasının haey, hop, hueyt gibi naraları arasında durdugu yerde pedal çeviren nike kataloğundan fırlamış insanlar, ecobar'da utanmasa meyve kokteyline votka ekletmek isteyecek, belden 70 derece bükük, bara yaslanılmış, yüzde hafif bir gülümsemeyle yavşama pozunun sözlük anlamıyım modunda saçma sapan insanlar, ve aletlerde gereksiz ter kokulu kuyruklarla karşılaşılır.  Adam gibi spor yapanlar da yok değildir ama onda bir diyelim, hadi onda iki olsun.  
iki hafta evvel, eski günlerime geri dönmek, Oscar De La Hoya ile aramdaki küçük farkı kapatmak üzere, evimin iki adım ötesindeki Fitness First isimli spor salonuna nasılmış diye bakmaya gittim.  Fitness First, bir spor salonu zinciri ve tüm Avustralya da 40-45 civarı salonu olmakla birlikte, dünyanın pek çok farklı ülkesinde de şubeleri bulunuyormuş.  Adamlar bana premium üyelik teklif ettiler, ben de dedim nedir premium? dünyanın bütün fitness firstlerine sınırsız gidebilrsin dedi adam. Hah dedim tam aradığım şey, çünkü syahate çıkıyorum, dur bir toplantıdan önce spor yapiyim diyorum, iniyorum otelin spor salonuna, bakıyorum tırmanma duvarı yok, ne biliyim tredmill benim hızıma yetişemiyor falan, çok hoşuma gitti bu teklif o yüzden.  Dur dedim evden bond çantayı getiriyim öyle konuşalım demeye kalmadı, ayda 40 dolar demesin mi, gel dedim seni bir öpeyim gözlerinden. Bastım imzayı, 3 saatlik de personal trainer bagladılar bana.  Tamam dedim, haydi bakalım.  Personal trainerım Jack geldi, bana bir testler, sorular falan.  Ardından hedefler koyuldu ve ilk antreman salı günü saat 6'da.  Tamam dedim, tenha da olur rahat rahat çalışırım. Salı sabah 6'da salondayım, fakat bir terslik var. 
Sabah 6'da salon aksamkinden daha kalabalık.  Arabayı park edecek yer yok, dolapların hepsi dolu, aletler full, sanırsın Çarşambadan itibaren Avustralya'da spor yapmak yasak.  Neyse adamla çalışmaya başladık, 15. dakikada ölümden döndüm.  Baş dönmeleri mi dersin, ciğerlerimin infilak etmesi mi dersin, dedim hocam iki dakka izin ver dinleneyim, ne izni dedi adam, dedim yıllık izin anasını satiyim, tiratlona hazırlanmıyorum ben dedim.  Şöyle bir oturdum etrafıma baktım; millet spora aşık, disiplinli, kendi kendilerine limitlerini zorluyorlar, sadece yaptıkları şeyle ilgileniyorlar ve en şaşırdığım şey spor salonunda ayna yok.  Helal lan dedim. 
Avustralya'da insanlar saglıklı yaşam ve sporu bir hayat tarzı haline getirmişler.  İstanbul'da Nike iki ay milyon dolarlık kampanya yapıp HumanRace'e 10.000 kişi toplarken, Melbourne'de 
geçen hafta Göğüs Kanseri Vakfı için 30.000 kişi koştu, eventin tek anonsu da adamların internet sitesinden.  Sabahları, bisikletle kilometrelerce pedal çevirip sonra işe gidiyor insanlar. Şehrin heryeri park, parkur, saha ve kortlarla dolu.  Spor salonlarına değil, kendilerine ve sağlıklarına yatırım yağpan insanlarla dolu şehir.  Tabii ki, bir başka yazımda yerin dibine sokacağım tiplerle de dolu ama en azından onlar da gerçekten spor tutkunu, kendine bakan insanların ortamlarını bulandırmıyorlar.

İki haftanın sonunda, sigarayı azalttım, adam gibi spora gidiyorum.  İnsan kendini iyi hissediyor. Amaç spor, sağlık, bir takım güzellikler, toz pembelikler, yeşil Getoradeler, mavi Poweradeler diyebilirim şu anda.  
Şimdi bu yazıyı da yazdım, yine bir acayip hissettim kendimi.  Adam artislik yapmak için geliyosa spor salonuna bu beni niye geriyo ki? Ne isterse yapsın. Valla bilmiyorum. Hayatta bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.  Socrates da bunu söylemese onun da farkında olmayacağım, lanet olsun.  

1 comment:

k said...

welcome back