Wednesday 25 February 2009

Transsib

Türkiye’de bir semt kahvesi ne kadar Türk ise, Moskova-İrkutsk treni de işte o kadar Rus. Görevini doğru dürüst yapmayan ama seni azarlamakta hiç sakınca görmeyen görevliler, zaten asla net olarak anlaşılamayan ve yine de değişebilen kurallar, vasat yemekler... Devlet dairelerinden sonra Sovyet geleneklerinin halen en rahat gözlenebildiği yerler herhalde Rus trenleri.

Kötülüyor gibi başladımsa da tren yolculuğumuz aslında oldukça keyifliydi. Efendim, yaptığımız yolculuk, Batı Rusya’yı doğusuna ve Çin ile Moğolistan’a bağlayan dünyanın en uzun tren yolu olan Transsiberian’ın yarısı. Nihai hedefimiz olan Baykal Gölü’ne en yakın büyük şehir ve Transsiberian hattının önemli bir istasyonu olan İrkutsk’a ulaşmak için yaptığımız 76 saatlik yolculuk boyunca 5185 km, 5 zaman dilimi ve sayısız Rus kenti geçtik. Rusya’nın büyüklüğünü tüm açıklığıyla ancak algılayabilmiştik. Düşünsenize ülke 11 zaman diliminden oluşuyor ve biz 4 gece 3 gün süren tren yolculuğunda bunun ancak beşini geçtik.

Trene binerken zamanın nasıl geçeceğine dair endişelerimiz yok değildi. Velakin akıp geçti zaman. Dışarıda manzara çok değişmese de (karlı ormanlar ve zaman zaman görünüveren, hepsi birbirine benzeyen Rus köyleri) tuhaf bir şekilde insan bakmaktan sıkılmıyordu. Tren, günde birkaç defa sadece 1-2 dakikalığına, birkaç defa da 20 dakikalığına duraklamalar yapıyordu. İşte o uzunca duraklar günümüzü bölmekte çok faydalı oldu. Kendimizi bir sonraki durağa hazırlıyor, onu bekliyorduk. Bu duraklar, küçük heyecanlarımızdı bizim. Sıkıca giyinip, ayaklarımızı açmak, hava almak ve fotoğraf çekmek için -25, -35 demeden inip, hiç görmediğimiz ve görmeyeceğimiz Sibirya kentlerinin istasyon platformlarını arşınladık.

Trenin yanına geliveren satıcılar, oyuncak, bira, kurutulmuş balık, meyve satmaya çalıştılar bize. Başıboş köpekler kokladı pantolonlarımızı. Kimbilir nereden gelen, nereye giden sayısız tren gördük. Fotoğraf çektirmek isteyenler oldu. Tren yolunu kardan buzdan temizleyen özel trenler gördük. Yoldaşımız Alman çift vardı, Moğolistan’a devam edecek olan. Bazen treni kaçıracağız diye korktuk yersizce.

İrkutsk’a vardığımızda artık treni bırakmak istemiyorduk, keşke dedik Vladivostok’a kadar tüm 9289 km’yi gitseymişiz. Yedik son poğaçalarımızı, topladık eşyalarımızı, aldık yarım votka şişemizi ve güneşli bir Şubat sabahı -27 derecede İrkutsk’a adımımızı attık.

Monday 16 February 2009

İstanbul'da otomatiğe bağladığımız ama burada büyük tepkiyle karşılanan tailgating olayı

Bugün biraz da sinirliyim. Ona göre okuyun.
Şimdi biz enteresan bir apartmanda oturuyoruz burada. Bu apartman ilk bakışta çok şanlı ve çok güzel bir apartman gibi gözükse bile benim çıldırmama sebep olan özellikleri var. Bu özellikler insan ilişkilerine de sıçradığı zaman benim de sinirlerim yükseliyor.

Anlatmaya çalışayım: Apartmanımızda bir garaj girişi var. Bu giriş iki kapıdan oluşuyor. Giriş kapısı ve çıkış kapısı. Diyelim ki dışarıdan geldiniz, arabayı garaj kapısına yaklaştırıyorsunu. Camı açıyorsunuz. Anahtarlığınızda bir çeşit alet var. Onu aracın hemen yanındaki alete tutmak suretiyle devreye soktuğunuz bir takım mekanizmalar size kapıyı açıyor. Çıkışta da bu alet okutma yeri içeride tabi, gerisi aynı. 

Şimdi sorun nedir? Sorun yok esasen, yani bence. Ben biraz tez canlı olduğum için girişte bir arabanın arkasından içeri sıvışmıştım. Yani kendi camımı açmaya ve anahtarlığı bulup okutmaya üşendiğim için, bu arabanın açtırdığı kapıdan girdim. Bu da tabi İstanbul daki gibi atik ve akıllı davranmayı gerektirdi. Hemen öndeki araba geçer geçmez, daha kapanma mekanizması devreye girmeden herifin kıçına girip manevrayı başarılı bir biçimde tamamladım ve garaja girdim. Sonrası o düz gitti bende hemen arkasından sağa dönüp kendime ayrılmış alana gittim. Yani topu topu herifin arkasında (bayan da olabilir olayı tam hatırlamadağım gibi bana gayet doğal geldiği için hiçbir şekilde kayıt etmemişim) 3 saniye geçirdim. Bu araba efendim ben arkasından sıkıştırmışım gibi bir tavır takınıp ileride saçma manevralar yapmış, ben bu arada kendi yoluma gidip arabayı park ediyorum. Arabadan çıkıp asansöre doğru giderkende öbür arabanın hala manevra yaptığını görüyorum.

Sonrası enteresan, yok kapıcı ile uyarı yollamalar, yok panoya yazı yazmalar vs. Kapıcı bana tailgate yapma dedi, niye dedim, bazı insanlar panik olabiliyorlar dedi, onların sorunu dedim. 
Esasen onların sorunu değil ama bana insanca kendisi gelip de arkadaşım yapma bak panik oluorum dese, bin kere özür dilerim. Şu anda hatta yanlış yaptığımı kabul ediyorum. Kabul etmediğim şey adam yollamak, iletişimi minimuma indirerek hak aramak vs. 
Ne oluyor kardeşim. Neyse işte böyle. Herkes kendi sırasını bekleyecek ve herkes kendi anahtarlığını kullanacak. 

Bu arada kapıcı bana bundan kimin rahatsızlandığını da söylemiyor. Sanki adamı öldürücem. Çok komik bu Avustralyalılar bazen. 

Hayır şu sıra sopranos u seyrediyorum ve çok da gaza gelmiş durumdayım. Vericem emri, kesicem birkaç parmak bak nasıl kapılar açılıyor.

Dedim ya sinirliyim biraz.

Tuesday 10 February 2009

Fantastic, gorgeous, pearler, ripper and no dramas

Bugün biraz size buradaki iletişim şekillerinden bahsetmek istiyorum. 

Buraya ilk geldiğimde birkaç tane insan kaynakları müdürü ile görüşmeye gitmiştim. Bu işin de her işin olduğu gibi müdürü falan var. Buna daha sonra değinmek istiyorum ast üst ilişkileri ile ilgili bir yazımda. Bu yetkililerden bir çoğu daha beni tanımadan konuşmanın başına ya da çeşitli yerlerine  ''Fantastic, perfect, absolute killer...'' falan gibi sıfatlar serpiştirmişlerdi. Ben bunu o zamanlar, Avustralya HR jargonunun bir parçası olarak görmüşüm.
Çok yanılmışım.

Mesela geçen hafta sonu rüzgar sörfü kiralamk için Mert'le bir yere gittik. Aynı zamanda ders de veriyor bu adamlar. Neyse gittik derse, şimdi orada bizimle ilgilenenler çok ilgililer, çok candanlar, şakacılar, mutlular ve bizi de mutlu kılmayı kendilerine dert edinmişler ya, her cümle ''fantastic'' le başlıyor, ''gorgeous'' la bitiyor. Sanki inanılmaz bir güzelliğin, harika bir ortamın, dert ve tasa bilmez yaşam biçimlerinin sahibi biz vatandaşlar bu herkese eşit, inanılmaz demokrat ve özgür dünyada o kadar mutlu yaşıyoruz ki, aksi bir iletişim biçiminde hemen eve gidip ağlayacağız. 

Kardeşim bu kadar mı yalan dünya yahu. Ya birimiz de çıkıp heriflere ''what the fuck is so gorgeus that I can not see?'' demediğimiz için de kızıyorum. Hem kendime kızıyorum hem de bunun normal bir iletişim biçimi olması gerektiğine inanan bütün işletmecilere, pazarlamacılara, iş güç sahiplerine kızıyorum. Bu ne riyakarlıktır kardeşim. Eninde sonunda rüzgar sörfü dersi alıyoruz. Atla deve değil yani. Atla deve olsa bile, mesela ben ev alıyor olsam bile, böyle laflara değer verilir mi. 

Şahsen herşeyin normal, güzel, fantastik ya da muhteşem olmasını istemiyorum ki zaten, daha da ötesi öyle olmadığını biliyorum. Mesela biliyorum ki o sörf tahtası dandik, ya da sörf yelkeni. Biliyorum ki sen en iyi hoca değilsin, biliyorumki rüzgar çok az da olsa 1000 kere düşeceğim ama yine de zevk alacağım. Biliyorum ki, ne yazık ki, sen böyle konuştukça kızacağım. 

Bir de ''no dramas'' var. Bak bu en kötüsü işte çünkü otomatikman seni drama yapan kişi durumuna sokuyor. Bir örnek vereyim:

- I just left the board at the beach is that ok?
- No dramas Koray, don't worry. 

Drama falan yaptığım yok ki zibidi, soru soruyorum adam gibi cevap versene.

En kötüsü de şu:Bu adamlarla iş saatlerinin dışında konuştuğun zaman normal olabiliyorlar. Sakin, mantıklı, abartısız ses ve mimiklerle iletişim kurabiliyorlar. 

Sonuç: Bunlara birisi demişki ''Kardeşim öyle şeker, öyle şakacı, öyle espirili, öyle mutlu olun ki, müşteri size hayran kalsın, rahatlasın, satın alsın, başkasına önersin vs'' 
Bunlarında tabi kendi karar verme yetkileri yok hemen ortamam uyum sağlamışlar. Bir taneside bütün müşterilerimiz bizim olduğumuz kadar yapay olmayabilir dememiş. 

Bu arada başlıkta bir de 'pearler' var. Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum, böyle yazıldığından da emin değilim. Ama kanımca hani şahane, mükemmel, inci gibi pir anlamında bişi olmalı. Uyduruyor da olabilirim. Ama akademik bir makale de yazmadığım için o kadar rahatım ki sevgili okur deme gitsin. 

Bu tabi sanırım biraz da insan ruhundan uzak, kitle pazarlamacılarının uydurduğu, yavaş yavaş da gececegine inanmak istediğim bir uygulama galiba. Yanılıyor olabilirim drama yapmayın.

Sunday 8 February 2009

Rusya'da Yılbaşı

Müslüman bir ülkeden geldiğimiz için Noel (veya Christmas) bizlere bir anlam ifade etmiyor. Kapitalizmin yüklenmesi, Batı etkisi altındaki aydınlarımızın özentisiyle, İslamcı kesimin tüm karşı duruşuna rağmen yılbaşı süsleri, yılbaşı çamı, hatta Noel Baba figürü, zamanla yılbaşı ile ilintilenerek bizim kültüre nüfuz etmiş. Yine de gördüğüm kadarıyla yılbaşı bizim için, Amerika'dan ve Avrupa ülkelerinden gelenler için Noel'in olduğu gibi yılın çok önemli bir dönemi değil.

Amerika veya Avrupa kökenli bu arkadaşlar için Noel yılın en önemli zamanı. Aileler ile beraber olunuyor, hediyeler alınıyor vs. Olayın dini boyutu ise çok geri planda. Hatta kendini dini bir kimse olarak tanımlamayanlar için bile Noel çok önemli. Bizim için yılbaşının on kat önem kazanması gibi mesela. Yılbaşı bizim kültüre sonradan eklemlendiği için bizde biraz eğreti bir kutlama oluyor. Dini veya milli bayramlar ise (kendim için konuşmam gerekirse) asla böyle bir önem taşımıyor.

Bu Batılı arkadaşlar Noel zamanı Rusya'da büyük bir hayalkırıklığı yaşıyorlar. Alıştıkları şaşalı Noel burada yok çünkü. Bir kere tarihi farklı. Rusya'da Noel, Ocak'ın 8'ine denk geliyor. Ortodoks kilisesine mensup Ruslar'ın dini takvimi diğer Hrıstiyan kiliselerin kullandığı Miladi takvimden 2 hafta şaşmış durumda. Sanırım bu bizim saatli maarif takvimde Rumi takvim olarak geçen şey ama bu benim tahminimden ibaret ve araştırmaya da üşeniyorum.

Üstüne üstlük Ruslar'ın Noel'i, 70 senelik komünist yönetimin de etkisiyle tamamen dini bir gün olarak kalmış. Batıdaki gibi bir tüketim çılgınlığı ile ilintili değil. Aynı bizdeki gibi bu görevi yılbaşı almış. Yılbaşı, hediyelerin alındığı, esas eğlenilen gece. Batılıların alıştığı 25 Aralık ise takvimdeki sıradan bir gece. O yüzden o tarihte Rusya'da olmak işkence gibi onlar için. Bir Noel havası olmadığından şikayetçiler sürekli. Müslüman bir ülkede bulunmamış olanlar bizde Noel olmadığını anlamakta bile güçlük çekiyorlar.

Rusya'da Noel dini bir gün, yılbaşı esas kutlanan gün dedik ya, bizdeki gibi süsler, hediyeler bu günle ilintili. Ruslar'ın Noel Babası da, Ded Moroz denen bir şahsiyet. Don dede (

Grandpa Frost) olarak çevirebiliriz. Kendisi esasen Slavlar'ın pagan geçmişinden gelen bir figür. Enteresan olan, eskiden kötü bir büyücü karakterken sonradan bugünkü Noel Baba benzeri şahsiyet haline gelmiş. Kıyafetinin belli bir rengi yok ama daha çok kırmızı renkte görüyorum. Yine de Noel Baba'dan ayırdetmek için zaman zaman mavi giydiriliyor. Bir de asası var bu dedenin Noel Baba'dan farklı olarak.

Ruslar, yılbaşı ile ilintilendirecek tek bir karakter ile yetinmemişler, bir de Sneguraçka'yı yaratmışlar ki onu da Kar Kız olarak çevirebiliriz. Bu karakter de Rus peri masallarından gelme ve özgün olarak alakası olmasa da nedense son zamanlarda Ded Moroz'un torunu olarak kimlik kazanmış. Bu hanım kızımızı ben Ruslar'ın seksistliğinin bir sonucu olarak görüyorum. Yılın en coşkulu kutladıkları bayramlarından birinde beyaz sakallı bir dedenin ortamı domine etmesini sıkıcı bulduklarını ve mini etek giydirip ortada dolaştırabilecekleri bir kız figürü eklediklerine ciddi olarak inanıyorum.

Sovyet devrinde, Ded Moroz, yılbaşı çamı, hepsi toptan yasaklanmış bir ara, ama sonradan geri gelmişler. Şimdilerde ise yılbaşı zamanı dev yılbaşı çamları, Ded Moroz veya Sneguraçka heykelleri meydanlarda boy gösteriyor. Ruslar, yılbaşı alışverişine (atmak gibi olmasın ama kaynak gösteremeyeceğim) dünyada en fazla para harcayan millet. Yıllık kazançlarının ortalama beşte biri gibi saçma bir miktarını yılbaşı alışverişine harcıyorlarmış. Sanırım bunda en büyük etken de yılbaşı/Noel tatilinin genellikle 9 güne varan yılın en uzun tatili olması. Yurtdışında tatil yapmaya bayılan Ruslar bu dönemde Moskova'yı boşaltıp olanca sakinliğiyle biz geride kalanlara bırakıyorlar.
Yıllık iznimin bir kısmını kullanacağımdan, yazılarıma bir süre ara vereceğim. Umarım enteresan Sibirya hikayeleri ile yakında tekrar buradayım.

Saturday 7 February 2009

Güney'de Gökyüzü


Genelde etrafta size dünyanın yuvarlak olduğunu hatırlatacak fazla şey bulunmaz. Başka bir ülke, ekvatorun diğer tarafı, yazın 9, kışın 7 saatlik saat farkı filan, bunların heyecanı ilk Seven Eleven görüşte geçip gider zaten. Ama eğer geceleri gökyüzündeki ayı yıldızları seyretme merakınız varsa benim gibi, o zaman belki bir gece, dolunay olduğunda aya bakarken bir tuhaflık hissedersiniz; ayın yüzeyindeki lekeler alıştığınızın aksine başaşağı durmaktadır...

Wednesday 4 February 2009

Japonya

Şimdi bu Japonya süper bir yer bence. Herşeyden önce insanı güzel. Dünyada nerelere gittin Koray deseler verecek cevabım çok da, nereleri sevdin deseler verecek cevabım çok az. İşte bu Japon süper şahane bir yer. Gider gitmez sevdim, hala da düşünüp düşünüp duruyorum.

Ha, iletişim sorunu çekmedin mi kardeşim diyeceksiniz, çektim tabi ama ben onu zaten Türkiye'de de çekiyorum. Mesela taksiciye hızlı gitme dediğimde anlamıyor , ya da polise kimliğinizi görebilirim falan desem (demiyorum merak etmeyin) anlamayacak halbuki Türkçe konuşuyorum işte. Bazen öyle uzağa da gitmemize gerek yok. 

Biz bu Japon'a (balyüz ve ben, balyüz=öbür yarım) yılbaşında gittik. Yılbaşı deyince aklınıza ne geliyor bilmiyorum ama benim aklıma 1 günlük bir tatil geliyor. Bu böyle 1 günlük birşey değildi tabi. Neyse gittik biz bu Japon'a. İlk problem tabi para bozdurma esnasında yaşandı. Biz para falan taşımıyorduk yanımızda, banka kartlarımızdan para çekeceğiz güya. Bu, Japonya'da sadece bazı citi bank atm lerinden ve postahane atm lerinden ulaşılabilir bir lüksmüş. Bilmiyorduk, armut gibi kaldık ortada. O kadar da lonely planet falan okumuştum, mutlaka orada yazıyordur, kıçımla okumuşum demek ki.

Birkaç komik iletişim çabasından sonra sessiz sinemada küçükken başarılı olmanın da verdiği güvenle doğru atm yi nerede bulabileceğimi anlatmaya çalışıyor buldum kendimi. Bu esnada komik olan karşımdaki Japon un ciddiyeti idi. Sanki günlük faizlerden bahsediyormuşumcasına beni dinliyordu kafasında ponponlu şapkası olan kadın. ATM yi anlatmak basit ama 'doğru ATM' yi anlatmak zor tabi. ATM yi anladığı anda çünkü Japon aklı ''yaşasın turistlere yardım edecem'' diye olayın gerisini dinlemeden benim zaten ziyaret etmiş olduğum atm leri göstermeye çalışıyor.

Neyse 'so desine, so desika' derken para çekebildim de size şimdi anlatacağım macerayı yaşama fırsatı elde ettim: Efendim bu Japon da sıcak su kaynakları falan çok, dolayısıyla da her yerde doğal hamam kılıklı oluşumlar var. Toplam 3000 tane varmış bunlardan Japon da. Neyse ben de gitmeye karar verdim bunlardan bir tanesine. Gittim de. Yani insanın istedikten sonra yapamayacağı şey yok. Neyse efendim, bu benim gittiğim bir otelin tepesindeydi. Aman ne güzel değil mi. Evet. Önce bir elbiseleri değiştirdiğin oda var. Elbiselerimi çıkardım. Sonra elbiselerimi koyduğum dolabın hemen yanında giyilmek için oraya konduğu belli olan bir alt şort ve bornoz var. Pek de sorgulamadan ben de bunları giydim. Biraz da garip geldi tabi. Girdim bir kademe daha içeri, orada bir vücut yıkanması safhası var. Çünkü böyle pis vucudunla TKİ dinlenme tesislerindeki havuza girer gibi giremiyorsun. Gayet mantıklı. Oturdum bir tabureye - ki bu tabure benim dizlerimi oturunca ağzımın seviyesine getirdi, üzüldüm önce biraz, içim burkuldu, ama sonra pek de takmadım- başladım yıkanmaya.

Sonra da kalkıp sıcak havuza girdim. Üzerimde tabi şort hala duruyor. Bir yandan garipsiyorum tabi şortla vücudumu yıkayıp sonra aynı şortla havuza girmeyi (çünkü bu bir şort gibi değil daha çok pamukbank yünlü donu gibi birşey, böyle vucuda yapışan bişi) ama bir yandan da başka bir kültürde olabilir böyle şeyler diye de düşünüyorum. Bu arada ortam inanılmaz buharlı göz gözü görmüyor. Neyse 5 dakika sonra simokinli biri çıktı geldi dumanların arasından, otel görevlisiymiş, beni işart edip havuzdan çıkmamı istedi.
Çıktım ben de. 
''Here is all natural'' dedi. Bende tamam dedim ve üzerimdeki son parçayı da çıkararak adama uzattım. 

Burada bir ara vermek istiyorum, kafanızda durumu canlandırınız lütfen. Şimdi etrafımızda sıcak havuzlar, camlardan dışarı bakıldığında romantik Kyoto ve karlar, her tarafta mistik bir duman ve karşımda simokinli otel görevlisi ve bir elinde ıslak şort tutan çıplak ben.  

Filmde görsek ''Gaylord Fockhart'' deriz. Bizzat sıkılarak adama bunu ne yapayım dedim. Bir an ''ben onu alıyım kurular, ütüler size getiririm'' diyecek sandımsa da, bana bir yer gösterdi oraya bıraktım ıslak şortu. Sessiz sedasız havuzuma geri döndüm. Mantık olarak bakınca işte, havuz oradaki en temiz nokta ve sen de işte oraya her türlü şeyden arınarak girmek zorundasın. Kardeşim yazsana duvara ingilizce de anlayalım. Yok, illa bir olay olacak.

Neyse aradan iki dakika geçti, yaşlı bir kadın içeri girdi. Haha, doğru söylüyorum. Etrafı temizlemeye başladı ve bunu yaparken de oranın sürekli müşterisi olduğuna inandığım, deniz arslanlarının yanına koysanız hiç de yadırgamayacağımız bir şeyle muhabbet etmeye başladı bir yandan da. Biz, sürünün genç ve çelimsiz deniz arslanları kendi havuzumuzda oynayarak bu sahneyi dehşetle izlerken kadın suratında ''ben neler gördüm şimdiye kadar bununla mı beni şaşırtacaksın'' ifadesiyle ki adamın öyle bir niyeti var mıydı bilmiyorum, odadan çıktı da ben de havuz kenarında halay çektim.

Bazen hala rüyalarımda simokinli biri bana doğru sislerin içinden gelerek değişik şort modelleri gösteriyor.

Kısaca Japon mükemmel bir yer. Bu arada bir küçük not, bu pamuklu demirbank şortlarını hamam muhabbetinden sonra masaj a giderken giymemiz gerekiyormuş, ben onu da yapmadan gittim tabi masaja. Orada da bir tur papara. Rahatlamaya mı geldik azar işitmeye mi belli değil.

Dediğim gibi Japonya galiba benim için dünyanın en güzel yeri.

Trafiçeski

Ben, “nasıl geleyim yav dükkan yalınız” diyaloğunu birebir yaşayan en şanslı gruptan değilim. Ama kaydını dinleyebilmiş olan yine şanslı bir azınlıktanım. Yurdum insanını özetleyen nadide bir kayıttır. Bir de “ançuezli tretuar” var ama onun konumuzla alakası kısıtlı.

Koray bana bu blog projesinden bahsettiğinde nasıl bir katkım oldabileceğini tam kestiremedim. Aslında hala da tam bilemiyorum. Ama bir yerden başlamak gerek, öyle değil mi? Sanırım nereye gideceğini zaman belirleyecek. (Türkçe harfler çok yoruyor sevgili okur, oku da değerini bil)

Şimdi bendeniz bu projeye Moskova’dan eklemlenmekteyim. Arkadaşlar Melbourne’de +47 derecede kavrulurken biz burada -15 derecede buz pateni yapıyorduk. Vespa’da ceza yerken birileri, biz arabanın ön camından buz kazıyorduk. Burada yazın bile bisikletle gezene deli gözüyle bakıyoruz, Türkiye ile aynı sebeplerden dolayı. Yani demem o ki, burada farklı bir coğrafyadayız. Avusturalya’dan da, Türkiye’den de. Yine de söylemeliyim ki pek çok yönden (sadece harita üzerinde değil), Türkiye’ye daha yakınız velakin.

Mesela bugünkü konumuz trafik olsun dilerseniz. Dedik ya, bir yerden başlamak gerek. Efendim, burada trafik felaket. Ama öyle böyle değil, akıllara zarar. Türkiye’de trafik kötü diyorsanız burayı görmeniz gerek. Tecrübe etmeniz diyelim... Buradakilerle karşılaştırınca Türk sürücüler birbirlerine karşı saygıda kusur etmiyor sayılırlar. Adeta Fransız beyefendisi Türk sürücüler, Rus denkleriyle karşılaştırılınca. Türkiye’de herkes trafik kurallarının kitabını yazmış sayılır, burada kaldırımdan sürenleri görünce. Ya da Türk polisi sütten çıkmış ak kaşık, burdaki şişko domuzlarla karşılaştırınca.



Son maddeyle ilgili taze bir anım var, hemen aktarayım. Cumartesi akşamı arabayla gidiyoruz, sinemaya yetişeceğiz. Özünde çok nadir bir olay, zira burada filmler çoğunlukla dublajlı oynuyor ve bu da bizi sinema keyfinden uzak bırakıyor. Neyse uzatmayayım, geç kalmak üzereyiz ve ben de yanlış yol seçimleri yapmışım sinirliyim. İkincil bir caddedeyiz, benim U dönüşü yapmam gerek. Şimdi, nedense burada alkollü araba kullanmaktan sonra en ağır suç çift çizgi ihlali. Neden diye sormayın, bilmiyorum. Benim de U dönüşü yapmam gerek ve cadde çift çizgiyle bölünmüş. Türkiye’de ancak cumhurbaşkanı kortejinin önünde yaparsanız adamı durdururlar herhalde. Ama dediğim gibi burada ağır suç.

Döneceğim şeritte polis arabası geleceği tuttu. Benim şerit bomboş, döneceğim şerit yoğun ve ben dönecek boşluk beklerken gele gele polis arabası geldi. Onun arkası bir kilometre falan bomboş ama trafik ışığı değişecek ve ben geç kalacağım. O an böyle enteresan bir vurdumduymazlık duygusu oldu. Nasıl desem, hani Reservoir Dogs’ta Tim Roth karakteri hikayesinde elinde uyuşturucu dolu çantayla polis dolu tuvalete girer de orada polis köpeği deli gibi havlarken işini görür, bir de üstüne el kurutucusu çalıştırıp polisin hikayesinin içine eder ya. Aynı öyle bir psikoloji. Yalnız benimki sökmedi. Böyle caart diye herifin arkasına dönmemle beraber herif dörtlüleri yakıp yolun ortasında durdu. Sema sadece “napıyorsun?” diyebilmişti. Sonraki birkaç saat de başka bir şey demeyecekti.

Kenara yanaştık, polis efendi (gaişnik) çıktı arabasından geldi. Hatamı beyan etti, dokümanlarımı istedi. Sadece ehliyet ve ruhsat değil, hata bulabilecekleri pasaport, oturma izni, vize, hepsini alıp kontrol ediyorlar. Şaka değil, gerçek. Daha yüklü rüşvet alabileceği bir eksik bulamayınca beni polis arabasına davet etti. Standart prosedür: to protect and to serve.

Arabada makbuz defterini çıkarıp ehliyetime altı ay el koyacaklarını beyan etti. Ben de kendisine acelemiz olduğunu, 1000 ruble (yaklaşık 30 dolar) ödeyerek konuyu burada halletmek istediğimi ifade ettim. “Cezayı” vitesin yanına bırakmamı söyledi. Sonra da sinemaya gitmek için nasıl gitmem gerektiğini söyleyip yolladı. Arabaya dönerken duş almam gerekiyor gibi hissettim.

Tamamiyle kendi hatam. Bile bile lades. Tuhaf işte.

до свидания

Avustralya Açık Tenis Turnuvası

Avusturalya Açık Tenis Turnuvası, buradaki önemli organizasyonlardan biri.  Madem buradayız, biz de sporun bu güzelliğinden faydalanalım dedik ve Rod Laver Arena'da iki maç izlemek üzere güzel bir pazar günü yerimizi aldık.  

Rod Laver Arena buradaki en büyük tenis kortunun adi. Şimdi okurlar, ki 7 kişi civarında olacaktır, Rod Laver da kimmiş diyebilir.  Rod Laver Avustralyalı bir tenisçi olup iki defa, bir sezon boyunca tüm grand slamlerini kazanabilmiş dünyadaki tek adam.  Hakkaten de adam bugün 70 küsür yaşında olmasına rağmen, dışarıdan bakınca, kazanmıştır bu adam diyebileceğiniz bir dinçlik, bir ukala tavır, çakmak kaşlar ve kırışık bir cilde sahip. 

Turnuvada, yerinde izleme fırsatı buldugum maçlardan ilki; 1983 yılında Hırvatistan'da doğmuş olup, Monte Carlo'da yaşımını sürdürüyor olan, Avustralya vatandaşı, klasik bir koç burcu Jelena Dokic (3.8M) ile 1979 doğumlu Rus asıllı olup, yarışmaya, resimden de anlayabileceğiniz gibi, Küçük Armutlu'daki evinden katılan, atletik vücudun tanımı Alisa Kleybanova (450K) arasındaki maçtı. Avusturalya Açık Tenis turnuvasının resmi sayfasında Kleybanova'nın doğum tarihine 1989 yazıp yaşına 29 yazmışlar, ben 29'u doğru kabul etmiş bulunuyorum, çünkü eğer bir şey biliyorsam o da bu kadının 20 yaşında olmadığıdır.  Tenis topuna, kimsesizlerin kimi, sessiz yığınların sesi gibi vuran bu insan 20 yaşında olamaz. Herneyse, fazla uzatmiyim güzel maç oldu, ama son sette biraz sıkıldıgımı itiraf etmeliyim.  Maç 3 saat civarında sürdü, yani uzun bir tenis maçı olduğu soylenemez aslında ama bir süre sonra sıktı.  Avusturalyalı vatandaşların Dokic'e olan inanılmaz bir ilgisi var, bu konuyla ilgili uzun bir hikaye var ama ne konuya değinmek istiyorum ne de konuyu doğru dürüst biliyorum. O yüzden bu maçın mevzusunu burada kapatıyorum. 

Televizyonda tenis maçı izlereken kafaya takılan sorulardan biri seyircilerin saatlerce nasıl sessiz kaldığı olmuştur hep.  Benim konuyla ilgili düşüncem bu maçta şöyle gelişti; TVden maçı 
izlediğimizde sadece kortu görüyoruz, tribünleri görmüyoruz. O tribünler nasıl bir aktivite alanıymış haberimiz yok.  Şimdi maçın başlama saatinden 10 dakika önce kapılar açılıyor. Kort 15.000 seyirci kapasiteli, seyircinin büyük çoğunluğunun Avusturalya'lı olduğunu bildiğimize göre, direk olarak %80'i saat 19:30daki maça gelirken sarhoş diyebiliriz. Yirmi tane kapı olmasına rağmen o 10 dakikada herkes içeri girip yerlerine oturamıyor. Fakat maç saati geldi mi, artık o zamana kadar kaç kişi girdiyse içeri, onlara, oturun diyorlar, diğerlerini 3 oyun boyunca yani ilk ara verilene kadar dısarıda bekletiyorlar.  Sonra 3 oyun geçince dışarıdakiler içeri girerken, bu sefer içerdekiler ya biralarını tazelemeye ya tuvalete gitmeye ya da yiyecek birşey almaya dışarı çıkıyorlar.  Bu devinimin 3 saat boyunca farklı insanlar tarafından yapılınca, ortamda ekranlara yansımayan ciddi bir hareketlilik oluşuyor.  Bu sayede de saatlerce o insanlar sıkılmıyolar, aynı zamanda efendi de insanlar, oyuncuya, spora saygıları var, ağızları da dolu, kortta çıt çıkmıyor.

İzleme fırsatı bulup, adam gibi izleyemediğim günün ikinci maçı ise 1985 Kıbrıs doğumlu Marcos Baghdatis (2,7M) ile Sırbistan doğumlu, geçen yılın şampiyonu, yine Monte Carlo'da yaşayan Novak Djokovic (10,5M) arasında gerçekleşti.  Niye izleyemedin derseniz, maç gece 11:30'da başladı kardeşim.  Bunlar nasıl sporcu anlamadık, akşam yatmak bilmiyorlar, sabah kalkmak bilmiyorlar. Saat gece 1 oldu, dedim başlarım tenis maçına, tenis manyağımıyız, tak tuk, dünyanın öbür ucunda kortta uyuklamanın ne alemi var, kalktık gittik eve tabii.  Bunu yaptığımı 
söyleyince de Avusturalyalı arkadaşlardan, aa olmadı, ayıp etmişsin gibi bir takım artistliklere maruz kaldım.  Bu arkadaşlara daha sonra değineceğim, unutmayalım.  

Bu izlediğim bir buçuk maç beni tenis konusunda çok heveslendirmedi.  O yüzden de finale kadar fazla ilgilenmedim.  Gelin görün ki, 1 Şubat 2009 gecesini hafızama kazıyan bir maç izledim finalde.  Finale, bir salon adamı, bir Harvard kürek takımı üyesi, bir danışmanlık şirketinin parlak delikanlısı, bir Basel arşidükü 1981 doğumlu Roger Federer (44.5M) ile çok afedersiniz, gecenin sonunda kıçında bit olduğuna kanaat getirdiğim, Mallorca'nın arka sokaklarından tenis aşkının kopardığı, Melbourne boğası 1986 doğumlu Rafael Nadal (20.8M)  çıktılar.  Maçın başlamasına 10 dakika kala Federer taraftıryken,benimle aynı yaşta olup 44.5 milyon doları cebe indirmiş olduğu için, hiç tereddütsüz Nadal'ın fanatik bir taraftarı oldum.   Uzun uzun maçı anlatmanın bir alemi yok burada, zaten 5 saat sürdü maç, ama hakkaten tenis sporuna insanı aşık edecek bir maç oynandı. Maçın sonunda da Nadal haklı bir galibiyet alırken, Federer hüngür hüngür ağladı.

Haaaa dedim, simdi çıktı ak koyun kara koyun meydana, sırtında adının yazdıgı beyaz ceketler, kollarda rolexler, ayağında kendine özel adının baş harflerini taşıyan ayakkabılar, bankada 44 milyon, kariyerde 13 grand slam şampiyonluğu, ama o karizma nereye kadar? Bayramda elinden şekeri alınan çocuklar gibi ağlayıncaya kadar.  Önce mağlubiyeti hazmetmeyi öğreneceksin, ondan sonra ayağına adını mı yazdırırsın, kendini uzaya mı fırlattırırsın ne yaparsan yap ondan sonra.  Diğer taraftan  Nadal'a baktım, çocuk daha genç zaten, adam gibi ingilizce de bilmiyor, fazla birşey söylemedi, Federer için güzel şeyler söyledi falan sonra baktım şöyle bir adama, ter değil, göz yaşı değil, su değil, tevazu akıyor çocuğun suratından. Sporcunun böylesini seviyoruz biz dedim içinden.
Bu maçtan erken çıktım diye beni yeren Avustralyalı vatandaşlara finalin ertesi günü maçı izlediniz mi diye sorduğumda, birinin izlememiş diğerinin izlerken uyuya kaldığını öğrenince sinirlendim.  Bu konuyu Avustralyalı Profili başlıklı yazımda ayrıntıyla irdeleyerek blogda paylaşacağım daha sonra.  

Turnuva süresince, tenis ve spor konularında bol bol fikir alışverişi ve tartışmalar içinde bulundum.  Zaten bu konuda çok dolu olduğum için konuyla ilgili de iki kelam yazmak istedim. Görünen o ki, iyi tenisçiler genellikle aynı gelişmiş ülkelerde yetişiyorlar.  Bunun nedeni sporun o ülkedeki tarihsel birikimi ve kültürü, devletlerin planlı spor politikaları ve de gelişmiş sponsorluk anlayışı diye düşünüyorum.
İki ay kadar önce, Fatih Terim'in futbol konusunda Türkiye Brezilya olabilir demesi üzerine, spor camiasında birçok tartışma çıkmış ama doğru dürüst yorum yapan bir tek gazeteci görememiştim.  Fatih Terim, kendisi de farkında olmadan çok doğru birşey söylemişti aslında.  
Türkiye'de yanlızca futbol değil, pek çok spor dalında çok ciddi bir başarı potansiyeli olmasına rağmen, ne yazık ki istikrarsız ve tek tük bireysel başarıların ötesine geçemiyoruz dünya çapında.  Bunun nedeni yukarıda bahsettiğim üç temel neden;
Hiçbir spor dalında, birikimin planlı bir şekilde genç nesillere aktarılmaması, sportif kültürün oluşumuna bir engel teşkil ediyor. Bu kültür oturmadığı zaman da altyapısız ve disiplinsiz sporcular yetiştirip, beklenen başarı ve verimi alamayınca kasedi başa sarıp duruyoruz.
Devletin konuyla ilgili politikasını anlamak için basit bir karşılaştırma yeterli.  Önce Türkiye Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü internet sayfasına girip Murat Baseskioğlu'nun judo kıyafetli resimleriyle ya da değişik Spor haberleriyle karşılaşıp, sonra da İngiltere'nin ilgili bakanlığa
bağlı internet sayfasına girip adamların vizyonunu, misyonunu, hedeflerini, o sitenin profesyonelliğini, arkasındaki çalışmayı görmemiz gayet yeterli.   Türkiye'nin 2009 bütçesinde spor kelimesini arattığınızda, öyle bir kelime bulunamıyor.  Hangi kalemden federasyonlara para aktarıldığı bile belli değilken, spor dünyanın en önemli reklam mecrası, gelir kaynağı ve halkın en önemli hobisi olmaya devam ediyor. Bu nimetten yararlanmayı da Konya kadar nüfusu olan ülkelere bırakıyoruz.  
Sponsorluk, dünyada sporun gelişimindeki en büyük katkıya sahip etmenlerden biriyken, Türkiye'de başarılı sporcuları sponsorsuzluktan dolayı kaybetmeye devam edioyruz.  Türk şirketlerinin önce bir zihtiyetlerini değiştirmeleri gerekiyor.  Bugün futbol ve basketbol liglerinde büyük Türk markalarının takımları var. Eğer bu bir prestij çalışmasıysa Ülker'in hakkını teslim etmemiz gerekir, ama aynı şeyi Vestel Manisa Spor için söylemek güç.  Bu tip yatırımlarda devamlılık ve istikrarlı başarı anahtardır.  Bunu yapabilmek için de şirketin gerçekten uzun vadeli bir planla ciddi yatırımları göze alıyor olması gerekir.  Halbuki, şu şirketlerimiz biraz pragmatik olsalar dönem tam da onların dönemi.   Son yıllarda " firms of endearment" denilen bir konsept çıktı ortaya, insanların ürün performansından ziyade, sevgi beslediği markaları tüketmeye yönelmesini temel alan bir konsept. Örneğin Vestel bu takıma harcadığı paranın onda birini harcayıp Olimpiyatlarda ülkeye altın madalya getiren 3 sporcu yetiştirse, prestijse prestij, saygıysa saygı, sevgiyse sevgi.  Böyle düşünen şirketler çıkmadığı sürece, şirketler sosyal sorumluluk kapsamına sporu sokmadıkları sürece, lise çağında üniversite sınavına girmek için tenisi, atletizmi bırakan nice potansiyel şampiyonlarla karşılaşmaya da mahkumuz Türkiye'de.
Türkiye'de zengin ailelerin ve şirketlerin, spor konusuna ciddi bir şekilde hem sponsorluk hem de Anadolu'da spor vakıfları kurarak sporcu yetiştirmeye ve gençlerin geleceklerini planlamasına ihtiyacımız var. Bir Nadal, bir Federer olmasa da birkaç tenisçimizi görelim şu turnuvalarda.
Bu arada akıllarda soru işareti kalmasın tenisle ilgili.  Belki okurlardan bazıları, servis atılırken topun hızını Amerika Açık Tenis Turnuvasında mil olarak görüyoruz, topun havada gittiğini göz önüne alırsak, bu mil deniz mili midir yoksa kara mili midir diye soruyor olabilirler.  Oyle okur varsa da, kendisiyle bizzat tanışmak isterim.  Bu sorunun cevabını ben deniz mili olarak kabul ediyorum.  Herhangi bir otoriteden öğrenmiş değilim ama mantık olarak, havacılıkta kullanılan mil birimi deniz mili olduğundan ve top havada ilerlediğinden, deniz milidr diyorum. Aksini iddia eden ya da doğrusunu bilen varsa, buyursun comment yazsın lütfen.
Bahsi geçen internet adresleri aşağıdadır:
     

Monday 2 February 2009

Bisiklet ve Melbourne

Şimdi bu Melbourne de bisiklet kültürü inanılmaz yaygın. Nedir bisiklet kültürü? Bilmiyorum. Yaygın işte ama herneyse burada bu. Ama ben seviyor muyum? Hayır. En azından buradakini diyelim.

Bak şimdi manyak çıktı bu herif diyeceksiniz, hemen kendimi ifade etmeye çalışayım. Kardeşim her mahallede bisiklet dükkanı var (nasıl geleyim yaw dükkan yalınız) bu dükkanlarda 10 bin dolara falan bisiklet satıyorlar. Sabahları erken kalkıp işe falan giderken yollarda ortamı tour de france a çevirmiş bir dolu insan, herkesin kafada şu enteresan kasklardan. İnsanların üzerinde fantastik renklerde taytlar ve reklamlar...Ben babamı o kıyafet içinde görseydim küçükken çok değişik bir insan olurdum valla. Düşünsene peder kalkmış sabah, işe gitmek için giyinecek, odasına gitmiş, bir çıkıyor, üstte credit agricole mayosu altta team quıck step taytı, ayaklarda enteresan yürütmeyen ayakkabılar katır kutur, elde eldiven falan. Ne o? İşe gidiyorum.   

Noluyor kardeşim? Şöyle sakin sakin bisiklete binemeyecek miyiz? İlla ne biliyim efendim, kıçımıza kaçan taytlar, yok efendim rengarenk kıyafetler, ne biliyim bir ''354 km sonra görüşürüz Robert ben bi turliyim geliyorum'' havaları. Bir de tabi dükkana bisiklet almaya gitmiş ve bisikletle beraber kask, eldiven, su bidonu, pompa etc etc almış zavallı insanlar var. 

Halbuki bakınız Hollanda ya. Öyle güzel, öyle sakin, öyle doğal, öğle normal ki bu işler, bisiklete binmek sıradan hayatın parçası olmuş. Eksi on derece soğukta bisiklete biniliyor çünkü hayatın bir parçası (ulaşım ) buradaki gibi daha çok tüketime dayalı, spor kisvesi altında, yapay bir sektör değil.

Son cümleyi bir daha okudum tam da böyle demek istemiyorum ama üşeniyorum da bir yandan silmeye. Kısaca kıllanıyorum diyebiliriz. Çünkü bisiklet biraz da özgürlük demek, istediğin yere şıp diye gitmek demek, benzin parası düşünmemek demek, tam gittiğin yerin önüne park etmek demek, arkadaşınla gülüşerek sohbet ederek yan yana gezinmek demek. En azından benim için. Öyle bisiklete binmeden önce yok efendim bugün 675 km hedefliyorum, su bidonunu yanıma alayım, kaskımın havalandırma deliklerinden argon gazı verdiriyorum falan bana çok yapma geliyor.

Bütün bunları scooter lar için de düşünüyorum. Benim de bir tane var. Geçen gün yolda giderken bisiklet yolundan gidiyor muşum, polis durdurdu ve ''motorla bisiklet yolundan gidenin alnını karışlarım'' dedi ingilzce (motorbike on bicycle lane, makes me nervous and I tend to measure your forehead by the sole of my hand) Şanlı vespa ma motor dediğiniz için teşekkür ederim ama o bir scooter ve ayrıca bisiklet yolu araba yolunun üzerinde ve boş  dedim se de (please do not write a ticket mon sergeant) 57 doları alnıma yapıştırdı herif.
Ama tren ve araba kazasına gelince artislik yapamıyorsunuz, trenleriniz milleti doğruyor dedimse de, batıda ki otorite kişilerde değil, kanunlarda oldğundan (en azından bizdekinden daha fazla diyelim)sesimi duyuramadım.
Kızgınlığım ondandır.
Yuh derler adama...

Melbourne Tiyatro Kumpanyası

Melbourne Avustralya'nın kültür ve sanat merkezi olduğunu iddia ediyor. Yerel sanat piyasası bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler tadında. Bu yaklaşım zaman zaman ilkokul müsameresine benzer sonuçlar ortaya çıkarsa da, özellikle müzikte ve sinemada çok iyiler- geçen hafta içinde Melbourne Tiyatro Kumpanyası Fakir Oğlan diye bir müzikli oyun başlattı, burada olanların mutlaka gitmelerini, dünyanın başka taraflarına saçılmış diğer kişilerin de Tim Finn'in (Split Enz, Crowded House) müziklerini dinlemelerini şiddetle tavsiye ederim.