Wednesday 4 February 2009

Avustralya Açık Tenis Turnuvası

Avusturalya Açık Tenis Turnuvası, buradaki önemli organizasyonlardan biri.  Madem buradayız, biz de sporun bu güzelliğinden faydalanalım dedik ve Rod Laver Arena'da iki maç izlemek üzere güzel bir pazar günü yerimizi aldık.  

Rod Laver Arena buradaki en büyük tenis kortunun adi. Şimdi okurlar, ki 7 kişi civarında olacaktır, Rod Laver da kimmiş diyebilir.  Rod Laver Avustralyalı bir tenisçi olup iki defa, bir sezon boyunca tüm grand slamlerini kazanabilmiş dünyadaki tek adam.  Hakkaten de adam bugün 70 küsür yaşında olmasına rağmen, dışarıdan bakınca, kazanmıştır bu adam diyebileceğiniz bir dinçlik, bir ukala tavır, çakmak kaşlar ve kırışık bir cilde sahip. 

Turnuvada, yerinde izleme fırsatı buldugum maçlardan ilki; 1983 yılında Hırvatistan'da doğmuş olup, Monte Carlo'da yaşımını sürdürüyor olan, Avustralya vatandaşı, klasik bir koç burcu Jelena Dokic (3.8M) ile 1979 doğumlu Rus asıllı olup, yarışmaya, resimden de anlayabileceğiniz gibi, Küçük Armutlu'daki evinden katılan, atletik vücudun tanımı Alisa Kleybanova (450K) arasındaki maçtı. Avusturalya Açık Tenis turnuvasının resmi sayfasında Kleybanova'nın doğum tarihine 1989 yazıp yaşına 29 yazmışlar, ben 29'u doğru kabul etmiş bulunuyorum, çünkü eğer bir şey biliyorsam o da bu kadının 20 yaşında olmadığıdır.  Tenis topuna, kimsesizlerin kimi, sessiz yığınların sesi gibi vuran bu insan 20 yaşında olamaz. Herneyse, fazla uzatmiyim güzel maç oldu, ama son sette biraz sıkıldıgımı itiraf etmeliyim.  Maç 3 saat civarında sürdü, yani uzun bir tenis maçı olduğu soylenemez aslında ama bir süre sonra sıktı.  Avusturalyalı vatandaşların Dokic'e olan inanılmaz bir ilgisi var, bu konuyla ilgili uzun bir hikaye var ama ne konuya değinmek istiyorum ne de konuyu doğru dürüst biliyorum. O yüzden bu maçın mevzusunu burada kapatıyorum. 

Televizyonda tenis maçı izlereken kafaya takılan sorulardan biri seyircilerin saatlerce nasıl sessiz kaldığı olmuştur hep.  Benim konuyla ilgili düşüncem bu maçta şöyle gelişti; TVden maçı 
izlediğimizde sadece kortu görüyoruz, tribünleri görmüyoruz. O tribünler nasıl bir aktivite alanıymış haberimiz yok.  Şimdi maçın başlama saatinden 10 dakika önce kapılar açılıyor. Kort 15.000 seyirci kapasiteli, seyircinin büyük çoğunluğunun Avusturalya'lı olduğunu bildiğimize göre, direk olarak %80'i saat 19:30daki maça gelirken sarhoş diyebiliriz. Yirmi tane kapı olmasına rağmen o 10 dakikada herkes içeri girip yerlerine oturamıyor. Fakat maç saati geldi mi, artık o zamana kadar kaç kişi girdiyse içeri, onlara, oturun diyorlar, diğerlerini 3 oyun boyunca yani ilk ara verilene kadar dısarıda bekletiyorlar.  Sonra 3 oyun geçince dışarıdakiler içeri girerken, bu sefer içerdekiler ya biralarını tazelemeye ya tuvalete gitmeye ya da yiyecek birşey almaya dışarı çıkıyorlar.  Bu devinimin 3 saat boyunca farklı insanlar tarafından yapılınca, ortamda ekranlara yansımayan ciddi bir hareketlilik oluşuyor.  Bu sayede de saatlerce o insanlar sıkılmıyolar, aynı zamanda efendi de insanlar, oyuncuya, spora saygıları var, ağızları da dolu, kortta çıt çıkmıyor.

İzleme fırsatı bulup, adam gibi izleyemediğim günün ikinci maçı ise 1985 Kıbrıs doğumlu Marcos Baghdatis (2,7M) ile Sırbistan doğumlu, geçen yılın şampiyonu, yine Monte Carlo'da yaşayan Novak Djokovic (10,5M) arasında gerçekleşti.  Niye izleyemedin derseniz, maç gece 11:30'da başladı kardeşim.  Bunlar nasıl sporcu anlamadık, akşam yatmak bilmiyorlar, sabah kalkmak bilmiyorlar. Saat gece 1 oldu, dedim başlarım tenis maçına, tenis manyağımıyız, tak tuk, dünyanın öbür ucunda kortta uyuklamanın ne alemi var, kalktık gittik eve tabii.  Bunu yaptığımı 
söyleyince de Avusturalyalı arkadaşlardan, aa olmadı, ayıp etmişsin gibi bir takım artistliklere maruz kaldım.  Bu arkadaşlara daha sonra değineceğim, unutmayalım.  

Bu izlediğim bir buçuk maç beni tenis konusunda çok heveslendirmedi.  O yüzden de finale kadar fazla ilgilenmedim.  Gelin görün ki, 1 Şubat 2009 gecesini hafızama kazıyan bir maç izledim finalde.  Finale, bir salon adamı, bir Harvard kürek takımı üyesi, bir danışmanlık şirketinin parlak delikanlısı, bir Basel arşidükü 1981 doğumlu Roger Federer (44.5M) ile çok afedersiniz, gecenin sonunda kıçında bit olduğuna kanaat getirdiğim, Mallorca'nın arka sokaklarından tenis aşkının kopardığı, Melbourne boğası 1986 doğumlu Rafael Nadal (20.8M)  çıktılar.  Maçın başlamasına 10 dakika kala Federer taraftıryken,benimle aynı yaşta olup 44.5 milyon doları cebe indirmiş olduğu için, hiç tereddütsüz Nadal'ın fanatik bir taraftarı oldum.   Uzun uzun maçı anlatmanın bir alemi yok burada, zaten 5 saat sürdü maç, ama hakkaten tenis sporuna insanı aşık edecek bir maç oynandı. Maçın sonunda da Nadal haklı bir galibiyet alırken, Federer hüngür hüngür ağladı.

Haaaa dedim, simdi çıktı ak koyun kara koyun meydana, sırtında adının yazdıgı beyaz ceketler, kollarda rolexler, ayağında kendine özel adının baş harflerini taşıyan ayakkabılar, bankada 44 milyon, kariyerde 13 grand slam şampiyonluğu, ama o karizma nereye kadar? Bayramda elinden şekeri alınan çocuklar gibi ağlayıncaya kadar.  Önce mağlubiyeti hazmetmeyi öğreneceksin, ondan sonra ayağına adını mı yazdırırsın, kendini uzaya mı fırlattırırsın ne yaparsan yap ondan sonra.  Diğer taraftan  Nadal'a baktım, çocuk daha genç zaten, adam gibi ingilizce de bilmiyor, fazla birşey söylemedi, Federer için güzel şeyler söyledi falan sonra baktım şöyle bir adama, ter değil, göz yaşı değil, su değil, tevazu akıyor çocuğun suratından. Sporcunun böylesini seviyoruz biz dedim içinden.
Bu maçtan erken çıktım diye beni yeren Avustralyalı vatandaşlara finalin ertesi günü maçı izlediniz mi diye sorduğumda, birinin izlememiş diğerinin izlerken uyuya kaldığını öğrenince sinirlendim.  Bu konuyu Avustralyalı Profili başlıklı yazımda ayrıntıyla irdeleyerek blogda paylaşacağım daha sonra.  

Turnuva süresince, tenis ve spor konularında bol bol fikir alışverişi ve tartışmalar içinde bulundum.  Zaten bu konuda çok dolu olduğum için konuyla ilgili de iki kelam yazmak istedim. Görünen o ki, iyi tenisçiler genellikle aynı gelişmiş ülkelerde yetişiyorlar.  Bunun nedeni sporun o ülkedeki tarihsel birikimi ve kültürü, devletlerin planlı spor politikaları ve de gelişmiş sponsorluk anlayışı diye düşünüyorum.
İki ay kadar önce, Fatih Terim'in futbol konusunda Türkiye Brezilya olabilir demesi üzerine, spor camiasında birçok tartışma çıkmış ama doğru dürüst yorum yapan bir tek gazeteci görememiştim.  Fatih Terim, kendisi de farkında olmadan çok doğru birşey söylemişti aslında.  
Türkiye'de yanlızca futbol değil, pek çok spor dalında çok ciddi bir başarı potansiyeli olmasına rağmen, ne yazık ki istikrarsız ve tek tük bireysel başarıların ötesine geçemiyoruz dünya çapında.  Bunun nedeni yukarıda bahsettiğim üç temel neden;
Hiçbir spor dalında, birikimin planlı bir şekilde genç nesillere aktarılmaması, sportif kültürün oluşumuna bir engel teşkil ediyor. Bu kültür oturmadığı zaman da altyapısız ve disiplinsiz sporcular yetiştirip, beklenen başarı ve verimi alamayınca kasedi başa sarıp duruyoruz.
Devletin konuyla ilgili politikasını anlamak için basit bir karşılaştırma yeterli.  Önce Türkiye Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü internet sayfasına girip Murat Baseskioğlu'nun judo kıyafetli resimleriyle ya da değişik Spor haberleriyle karşılaşıp, sonra da İngiltere'nin ilgili bakanlığa
bağlı internet sayfasına girip adamların vizyonunu, misyonunu, hedeflerini, o sitenin profesyonelliğini, arkasındaki çalışmayı görmemiz gayet yeterli.   Türkiye'nin 2009 bütçesinde spor kelimesini arattığınızda, öyle bir kelime bulunamıyor.  Hangi kalemden federasyonlara para aktarıldığı bile belli değilken, spor dünyanın en önemli reklam mecrası, gelir kaynağı ve halkın en önemli hobisi olmaya devam ediyor. Bu nimetten yararlanmayı da Konya kadar nüfusu olan ülkelere bırakıyoruz.  
Sponsorluk, dünyada sporun gelişimindeki en büyük katkıya sahip etmenlerden biriyken, Türkiye'de başarılı sporcuları sponsorsuzluktan dolayı kaybetmeye devam edioyruz.  Türk şirketlerinin önce bir zihtiyetlerini değiştirmeleri gerekiyor.  Bugün futbol ve basketbol liglerinde büyük Türk markalarının takımları var. Eğer bu bir prestij çalışmasıysa Ülker'in hakkını teslim etmemiz gerekir, ama aynı şeyi Vestel Manisa Spor için söylemek güç.  Bu tip yatırımlarda devamlılık ve istikrarlı başarı anahtardır.  Bunu yapabilmek için de şirketin gerçekten uzun vadeli bir planla ciddi yatırımları göze alıyor olması gerekir.  Halbuki, şu şirketlerimiz biraz pragmatik olsalar dönem tam da onların dönemi.   Son yıllarda " firms of endearment" denilen bir konsept çıktı ortaya, insanların ürün performansından ziyade, sevgi beslediği markaları tüketmeye yönelmesini temel alan bir konsept. Örneğin Vestel bu takıma harcadığı paranın onda birini harcayıp Olimpiyatlarda ülkeye altın madalya getiren 3 sporcu yetiştirse, prestijse prestij, saygıysa saygı, sevgiyse sevgi.  Böyle düşünen şirketler çıkmadığı sürece, şirketler sosyal sorumluluk kapsamına sporu sokmadıkları sürece, lise çağında üniversite sınavına girmek için tenisi, atletizmi bırakan nice potansiyel şampiyonlarla karşılaşmaya da mahkumuz Türkiye'de.
Türkiye'de zengin ailelerin ve şirketlerin, spor konusuna ciddi bir şekilde hem sponsorluk hem de Anadolu'da spor vakıfları kurarak sporcu yetiştirmeye ve gençlerin geleceklerini planlamasına ihtiyacımız var. Bir Nadal, bir Federer olmasa da birkaç tenisçimizi görelim şu turnuvalarda.
Bu arada akıllarda soru işareti kalmasın tenisle ilgili.  Belki okurlardan bazıları, servis atılırken topun hızını Amerika Açık Tenis Turnuvasında mil olarak görüyoruz, topun havada gittiğini göz önüne alırsak, bu mil deniz mili midir yoksa kara mili midir diye soruyor olabilirler.  Oyle okur varsa da, kendisiyle bizzat tanışmak isterim.  Bu sorunun cevabını ben deniz mili olarak kabul ediyorum.  Herhangi bir otoriteden öğrenmiş değilim ama mantık olarak, havacılıkta kullanılan mil birimi deniz mili olduğundan ve top havada ilerlediğinden, deniz milidr diyorum. Aksini iddia eden ya da doğrusunu bilen varsa, buyursun comment yazsın lütfen.
Bahsi geçen internet adresleri aşağıdadır:
     

3 comments:

Coccinella Septempunctata said...

Sayin Mert, adeta bir akademik tez yazmissiniz bu postunuzda, insani guldururken bilgilendiriyor, tebrik ederim efendim.

Mert Eren said...

paylaşıldıkça azalmayan tek şey bilgidir Elif. lütfen!

Memo said...

Ben sadece mph kismiyla ilgili hizli bir bilgi paylasmak istedim. Lutfen linki takip ediniz:

http://www.absoluteastronomy.com/topics/Miles_per_hour

Eylemlerim devam edecek, zira cok doluyum bu konularda.